19 Aralık 2009 Cumartesi

EtTİKETLER



Kürt açılımı, demokratik süreç derken unuttuk ötekileştirdiklerimizi. İğnenin ucu bize dokununca ne kadar da hassas oluveriyoruz. Biz sonuçta içi boşaltılmış kavonazlar, boş kibrit kutuları değiliz ki!
Bir çok kültürün diğer kültürlere garip geldiği, yadırgandığı ve hatta kati kararlar ile yasaklandığı şu günlerde su götürmez bir gerçek vardır ki; bu su götürmez gerçek ne olmuştur da hayatlarımızı böylesine farklı kılmıştır?

Nedir bu su götürmez gerçekler?
Sorular, sorular, ah şu sorular!Nerede saklı peki cevaplar?
...
Aşağılık kompleksi, bizi bizden alıp , bizi başkalarının giysilerinin içine somak gibi sinsidir damarlarımızda. Bireysel psikoloji ekolünün kurucusu Alfred Adler tarafından ortaya atılan bu komplekse sahip insanlar genellikle kendini ispat etme çabası içerisinde, sıklıkla farkına bile varmadan kendini eziyete sürükleme eğilimi içerisinde olurlar. Aşırı bir kazanımı içinde bastırmaya çalıştığı yetersizlik duygusu ile kıyaslama çabasına sürüklenen birey, hastalığın diğer bir evresi olan başarısızlıklarını ört bas etme hezeyanı içinde başkalarını ezerek güç bulmaya çalışır. Kendisine saygısını yitiren varlıklar, sonuç olarak artık hiç kimseye de saygı duymamaya başlar.
Bu kompleksin içimizde nasıl geliştiği ise hep birer soru olarak kalacak değildir elbet. Az gelişmiş bir ülkede bir birey her zaman için " gelişme " kavramının anlamını tam olarak bilmemiştir; çünkü bilememiştir. Mesela pirinci ele alalım. Az gelişmiş ülkenin insanı hizmetin yani pirincin tabağına nasıl geldiği, hangi süreçlerden geçtiği, ne kadar emek ve enerji harcandığı konusunda en ufak bir fikre bile sahip değilken; onu üreten toplum, yani gelişmiş milletin insanı yoktan var eden bir güçmüş gibi tanrılaşır diğer toplumların gözünde. Tam da bu noktada devereye insani duygular ve aşağılık kompleksleri giriverir. Tek taraflı tüketimin süreklilik kazanması sürecinde üreten toplum aslında gücü ile hangi güç olduğu hiç farketmez, tüketen toplumu ezmektedir. Ezilen taraf insanın içinde içini kurt gibi kemiren aşağılık kompleksi baş gösterir ve artık bir salgın haline gelmek için hazırdır kompleksler...
Bu noktaya kadar herşey çok açık gözükse de aslında karanlık bir çıkmazdır bu konu. Kimi teorisyenlere göre yapıcı olduğuna inanılan komplekslerimiz kapanmaz yaralara dönüştüğünde, bir kültür ya da bir gelenek haline geldiğinde kitleler tarafından yadırganır ve dışlanır. Kimi teorisyenler ise kişinin kendisini geliştirmesine katkıda bulunuyorsa kompleksler yapıcıdır!!! Diğerleri ise ego sahibi olduğunun varkına varan her bireyin " Hep bana, hep bana" diyeceğine adı kadar emindir.
...
Düşünün ki arap kültürüne sahip bir bireysiniz. Ortada da bir tabak dolusu pilav...elin işlev gördüğü yemek yeme eylemi sırasında size çevrilen bakışlardan da bihabersinizdir. Mırıldanan dudaklar sizi hiç ilgilendirmez; çünkü siz yemek yiyorsunuzdur. Hem de kendi has yöntemleriniz ile. İslamiyetin bile insanlaştıramadığı kralcı zihniyet işte!, diye bir mırıltı yükselir masadan. Sizi kültürsüz, eğitimsiz olarak etiketleyebilirler. Dışlanır, yadırganırsınız da. Peki ama bizden olmadığını düşündüğümüz bu kültürü nasıl olur da es geçer ve dışlayabiliriz futursuzca?
Dışlayamayız, dışlanırız...İştahımızı kapattığı için, diye düşünsek de üstün olduğumuzu düşünerek aslında çok da insani bir şekilde aşağılık kompleksimize yenik düşeriz. Coca Cola kültürü, ipod gençliği derken hepsinin içi boşaltılımış birer kavram olmaktan ileri gidemediğinin fakına varmamız gerekir. Ötekileştirmek, öteki olmaya yanaşmadığımızdan kaynaklanır ve kimse "Öteki" olmak istemez. Nedeni ise "öteki" nin bir etiket olmasındandır.
"Etiketlemeden önce düşünün" diyen bir medya kuruluşunu düşünün... Çoktan etikelemiştir de yapmamış gibi gözükmek istediği için etiketlemeden önce düşünmemizi ister bizden...Saygı duymamızı değil!



8 Aralık 2009 Salı

70 GÜNDE DEVRİ ALEM

Dünyanın merkezinde bir yer..."Ben". Kendi odağından resmini çekiyor 70 gün boyunca...

Bakmak nedir, bilmeden; etrafını sıradanlaştırarak kendi yüceliğini sınıyor...İçindeki karanlığın dışına çıkabilse bir; görecekleri karşısında nutku tutulacak halbuki, bilmiyor . Sabun gibi, sudan bahaneleriyle köpük köpük aslında teni. Birbirinden ilginç sokaklarda biraz dolaşsa da kir tutsa kılıfı, mucizelere sürüklense yemyeşil bir nehrin durgun sularında...Şüphe demir atsa yüreğine ve sonra boğazına kadar battığı murdar yalnızlığını inceden inceye soysa , çıkarsa...

Dünyanın merkezine gitmek...Gidip de keşfetmek ya da keşif nedir bilememek...

İyiden bir soğuk yemek gibi titretir insanı, içimize işleyecek soğuktan da değil; korkularımız titretir içimizi!

Korkar insan, korkar "Ben" ' ini bulamayınca. Uzak bir yer sanır ve yüksüz çıkar yoluna. Karşılaşır soytarılar ve onların açmazlarıyla...Uçurumun dibindeki merdiven küçülür gittikçe sen...

Halbuki herhangi birisi olsan ve atlasan bisikletine...Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir zamana pedal çevirsen...

Birisi olsan ve hissetsen vücüdunun tutuşan etlerini sonra sıyrılsan soyutlanarak çevirdikçe pedalını...Uzaklaşsan kendine; yaklaşa yaklaşa Berlin' e...İstanbul olsa bir diğer adresin ama hiç gitmediğin; gidipte kaybolmadığın sokakları ve insanlara sahip İstanbul olsa bu sefer keşfedeceğin...





Filipinlerin başkenti Manila' nın bir buçuk milyonu aşkın insanına sorsan cevapsız sorularını...Bataklıkta yetişen "Mangrov" un çiçek açması gibi açsan yaprak yaprak Manila' da derdini tasanı...Tam inanmaya başlamışken masallara, işitsen "Mendoza" nın Buenos Aires'i kurduğu gün sevinçten attığı çığlıkları...Sidney' e doğru çevirdiğin zaman pedallarını farketsen Dünyanın en eski yerleşim birimlerinden birinde yumucaksın gözlerini diğer bir gün için...Gözlerin kapalıyken kendi Batı' na; Darling Limanında, limanın geçmişi gibi sen de 221. yaşını kutlamayı dilesen ve Avustralya' nın enfes şaraplarından küçük küçük yudumlayabilsen...

Tatlı bir sarhoşluk sarsa seni, saatler sabaha karşı beşi gösterdiğinde 1906 yılında... Deprem ve sonunda çıkan büyük yangınları gibi kavrulsa için, dinlediğinde yerkürenin inlemelerini...San Andreas fay hattı anlatsa sana kalbinin kaç şiddetinde attığını o gece...şahit olsan çirkin gökdelenlerin birkaç saniye de yok oluşlarına.



Diğer bir adresin olsa New York. "Hiç Uyumayan Şehir" bugüne kadar içinde uyuyan caddeleri, sokakları ve içinde yaşayan suskun insanları uyandırsa...24 saat çalışan bir metronun vagonlarında tanışsan onlarla ayrı ayrı; tanısan içindeki binbir parçayı. Missisipi nehrinde yıkansa pedal çevirmekten kirlenmiş ayakların ve şehrin dışında, banliyölerde yaşayan beyazlara inat, konuşabilsen şehrin merkezindeki zencilerle...

Trafikten ve ulaşımın pahalılığından sızım sızım sızlanan insanlar tanısan Detroit' de. Bisiklet ile gezmek, deli işi olmaktan çıksa tıkanmış bir trafiğin içinde...Çelikten şehirlerin günlükleri kalemler yerine ampüller ile yazılır deseler sana ve inansan Pittsburgh' un havasını kokladığında. İçindeki nehirler gibi keşisen bir şehire aşık olsan, güneyinden tepelerine tırmansan ve yol alsa tekerleklerin Teksas' a, oradan da Kızılderililerin dilinde "geniş ve güzel bir nehir" anlamına gelen Ohio' da...Amerika' nın sıradan yaşamlarına konuk olsan, ırkıçılığı kemiklerinde hissetsen...Balıklar sarhoş olsa Ohio' da, diye çığlıkların yankılansa!!!

Birisi olmak için illaki "Ben" olman gerekmiyorken, birkaç adım da ulaşabilirsin birbirinden farklı öykülerin anlatıldığı satırlara ve şehirlere...70 gün süren bir yolculuğun tadı damağınızda; anlatılan hikayeler, yaşanan hayalkırıklıkları, çocukluk rüyaları ve rastgele yapılan insanlarla roportajların anlatıldığı ve kendi odağından başka başka insanları resimlemek isteyen herkes kendi "ben" inden uzaklaşarak David Byrne' nın gözünden "Talking Heads"... ile Dünyanın merkezinde herhangi bir yerine gidebilirken hapsolmak içimize, niye!!!

17 Kasım 2009 Salı

EGOMUN HAKLARI/ UNİVERS/ 16


Aydın Doğan Vakfı Genç İletişimciler Yarışması, nitelikli medya çalışanı yetiştirmeyi ve yarışma aracılığıyla bu alanda sürekli gelişimi teşvik etmeyi amaçlayan Aydın Doğan Vakfı tarafından düzenlenen bir yarışmadır.


Aydın Doğan Vakfı ise yarışmanın amacını İletişim Fakültesi öğrencilerinin medyanın çağdaş liderleri olarak yetişmesine katkıda bulunmak hedefleniyor, diye açıklıyor.


Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisiyim ve masumum. Yasal bir merhamet talep ediyorum adaletin kılıcından.


Masum olduğum halde zarar gören tarafım ben...


Dosdoğru, iki yana sarkıtılmış, adalet kokan bir terazinin ibresi benim duruşum...

Ağızları açık bıraktıracak bir savunmanın yasal temsilcisiyim...

Hayatım, kararlarım, mesleğim ve ideallerimin sahibi olduğunu düşünen; dünyayı yutmak üzere olan bu sistemin sömürüsüne, çaresizliğine, mantıksızlığına acıyarak bakan bir isyancıyım.


Yaratan, üretene; yaşayan, mücadele edene düşman; tüketen, üretmeyene; hazırcı tembel zihniyete hayran bir düzenin avuçlar dolusu yetiştirdiklerinden sadece birisi olmaktan bir adım ileri gidemiyorum.


Bir toplumu, bir ırkı, bir sınıfı sırf varlıkları başka bireyler üzerinden devam edebilsin diye dilenci gibi köleleştirmeyi göze alabilen; yasaları, kendi amaçları doğrultusunda ahlaki sorumluluktan uzak başka başka bireylerin rehberliğine bağımlı hale getirebilenlere sesleniyorum.


Yaratan, üreten ve bir elin parmağını geçmeyen genç beyinler sadece tüketen, hazırcı bir toplumun parçası haline getirilmek istemiyor. Onlar, yaratıcı işlere oy veren taraf değil; yaratıcılıklarına oy verilen bireyler olmak istiyor.


Katıldığım yarışmalardan sırf Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisi olduğum için geri çevrilmek İSTEMİYORUM. Ürettiklerimle değil de üretilenlerle övünmek, zihniyetine sahip çıkmayan başka zihniyetlere hayran bir sistemin parçası olmak, salt anlamda başkalarına bağımlı hale getirilmek istemiyorum.

Hâlbuki bilmiyorlar yaratan, üreten bir bireyin ekmek gibi su gibi bağımsızlığı da, özgürlüğe de ihtiyacı olduğunu.


Sizden cevap anahtarı değil, seçenekleri istiyorum. Bırakın biz düşünelim, bırakın biz yaratalım çözümleri… Etiketlemeyin, ölüm kalım meselesi haline getirmeyin yaratıcılığın kurallarını. Fiziksel bir kölelikmiş gibi taşıtmayın bize seçmek zorunda kaldığımız me

sleklerimizi.


Kim bilir belki büyük bir düşünür, belki bir mucidim. Paylaşamaz ve gelecek nesillere devredemezsem düşüncelerimi kim verecek bizlere bunun hesabını?


Son sözü ise bireyin temel ve esas birey olduğunu, hiçbir kollektivite uğruna feda edilemeyecek, kurban edilemeyecek olduğu düşüncesini savunan Ayn RAND' ın " The Fountainhead " ( Hayatın Kaynağı ) adlı kitabındaki satırlarına bırakıyorum...


" ...Dünya yüzündeki ilk hak, ego'nun hakkıdır. İnsanın ilk görevi kendine karşıdır. Ahlaki yasası; birinci amacını asla kimselere bağlanmamaktır. Ahlaki sorumluluğu da istediğini yapmaktır, yeter ki istediği diğer insanlara birinci dereceden bağımlı bir şey olmasın. Buna yaratıcı zihnin tümü dahildir...Düşünüşü de, çalışması da..."




29 Ekim 2009 Perşembe




" Küresel Kriz Karşısında Mimarların Gücü " temasıyla gerçekleşen 2009 Mimarlık Haftası, bu yıl da zengin, dopdolu programlar ile mimarlık ve mimarlığın toplum ile olan ilişkisini güçlendirdi diyebiliriz. Aktivite alanı olarak Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi seçilen Mimarlık Haftasında çeşitli atölye çalışmaları, sergiler ve çeşitli söyleşiler gerçekleştirildi. Ayrıca Mimarlık mesleğinin ve tasarımların kentli ile buluşmasını sağlamak amacıyla kent ve yapı gezileri düzenlendi. Metro istasyonları, Kordon gibi kentin bazı merkezleri sergiler ile ve çeşitli etkinliklere sahne oldu. Katılımın arttırılması için mimarlık eğitimi veren fakültelerden ve kentin çeşitli noktalarından AKM' ye ulaşım servisler ile daha da kolay hale getirildi. Mimarlığa duyulan hassasiyeti arttırmak için el ilanları ve broşürler dağıtıldı, yetmedi kentin dört bir köşesindeki reklam panolarına afişler asıldı.
Mimarlık mesleğinin doğası gereği teknik, kültürel, toplumsal ve ekonomik yetilerden dolayı küresel krizin etkilerinin ağır hissedildiği bu dönemde Mimarlık Haftası etkinlikleri mimarları ve katılımcıları büyük ölçekli görevler edinmeye davet etti. Tasarımdan uygulamaya, onarımdan geri dönüşüme kadar taarımcıların günlük çalışmalarrının her aşamasında bireysel, toplumsal ve kolektif kararlar aldıkları işlendi, yetmedi bu gelişmelere yerinde tanık olundu.

5 Ekim pazartesi saatler 17:00 gösterdiğinde açılış konuşmaları ile start verilen Mimarlık Haftası ardından Fotoğraf ve Kısa Film yarışması Ödül Töreni Meslekte 30. ve 50. Yıl plaket töreni ile devam etti. Yönetmen Fredrik Gertten' in yönettiği 2005 yapımı "Bir Sosyalist , Bir Mimar ve Gökdelen: Santiago Calatrava ": Avrupanın en yüksek binası ' Kıvrılan Gövde' nin merak uyandıran öyküsü...

Ticaret, bankacılık ve bilişim sektörünün önde gelen firmalarına mimari kurum kimliği yükleyen, 2002' de bu yana da Bozcadada kurudğu Corvus ile bağcılık ve şarap üretimi ile ilgilenen ünlü mimar
Reşit SOLEY 6 Ekim salı günü 12 kişiyle sınırlı, mimarlık 3. ve 4. sınıf öğrencilerine yönelik Ekonomik Kriz - Gusto - Detay adlı atölye çalışması ile Mimarlık Haftasını renklendiren simalardan oldu.

Üniversitemizin önemli isimlerinden Mimarlık Bölümü
Öğr. Gör. Burkay Pasin ve İzmir Işılay Saygın Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi' nde keman ve piyano eğitimi alarak müzik eğitimine başlayan Ruken Güleryüz ile birlikte gerçekleştirdiği Müzik ve Mimarlık: Ses - Mekan 2009 Mimarlık Haftası' nın en merak uyandıran atölye çalışmalarından oldu. Atölye çalışmasının amacı; müzikal formun görsele, mimari formun da işitsele uyarlanma süreci ve alternatiflerini değerlendirmekti. İki farklı algının etkileşimi ve yaratıcı sürece katkısı irdelenen atölye çalışmasına tüm mimarlık sınıflarının katılabildiği 21 kişilik bir atölye çalışması gerçekleştirildi.


Günlerden 8 Ekim perşembe günü olduğunda ise Atatürk Kültür Merkezinde ayrı bir heyecan vardı. Mimarlık Haftasına damgasını vuran isimlerden biri de
Bir Mimar ve Uygulamaları ile Jülien De Smedt oldu. Oslo' da ve Kopenhag' da kurulan JDS Mimarlık'ın kurucusu ve yöneticisi olan Smedt, geliştirdiği model ve programlar ile gerçekleştirdiği, VM Konut Projesi, Maritime Gençlik Merkezi ve Stavanger konser salonu projeleri ile Danimarka' daki mimarlık tartışmalarına farklı bir boyut kazandırmış, 2008 yılı NisaN ayında Icon Dergisi tarafından da 'Gelecek Vaadeden 20 Genç mimar' arasına girerek adını ilklere yazdırmayı başarmış bir mimar olması söyleşiye katılımı doruklara ulaştırdı.

9 Ekim cuma günü ise konuşulan tek isim Bir Mimar ve Uygulamaları ile Eric Owen Moss oldu.

Los Angeles, Kaliforniya' da doğup büyüyen Moss, Mimarlık Ofisi'nin baş tasarımcısı ve kurucusu ve aynı zamanda son 30 yılın uluslararası mimarlık söylemine büyük katkıda bulunmuş, bu katkıyı tüm dünyada gerçekleştirdiği söyleşileri, yayınlar, sergiler ve eğitim seminerleri ile tasarım alanından her kesime iletmeyi başarmıştır bir isim sene 1999'u gösterdiğinde Amerikaki Sanat ve Edebiyat Akademisi tarafınan Mimarlık Akademi ödülüne layık görülmüş, 2001 yılında AIA/LA altın madalyasını mimari yapılarındaki başarısı ile hak etmiştir. AIA' nın üyesi olan MOSS, 2003 yılında da Berkeley Californiya Üniversitesi tarafından Seçkin Mezun ödülüne layık görülmüştür. 9Ekim günü saat 18:30' dA geçekleşen söyleşiye dönecek olursak eğer; söylemesi üzücü ama söyleşiye katılım sayıca yüksek olsa da katılımcılar maalesef ki genç ve yetenekli mimar Jülien De Smedt' e ve onun çalışmalarına gösterdikleri ilgiyi Eric Owen MOSS' a göstermediler. Söyleşi sonunda katılımcılardan kimsenin soru sormaya yanaşmaması söyleşiye gölge düşürse de Eric Owen MOSS' un sınırları aşmış bir tasarımcı ve mimar olduğu gerçeğini değiştirmedi.
11 Ekim Pazar günü Nazilli Sümerbank Basma Sanayi Yerleşkesi' ne düzenlenen gezi ile Mimarlık Haftası 2009 etkinlikleri son buldu.Mimarlık ve toplum ilişkilerini güçlendiren ve daha da güçlü kılacak olan Mimarlık Haftası, karmaşık mekanizmaların itici gücü olan mimarlığı ve tasarımlarını kentliler ile buluşturarak bizi tasarımın merkezine çekmeyi başardı. Seray ÖZBİÇER

27 Eylül 2009 Pazar

NiL KARAİBRİHİMGİL' e DAİR Ünivers/ sayı 16


BABYLON ALAÇATI, KUMSALA BAKAN EŞSİZ BİR ATMOSFER … ” ÇOK DEĞERLİ BİR TAKIM KADINLARIN MİRASÇISI ” NİL KARAİBRAHİMGİL, SAHNEDE KIPIR KIPIR, SAHNEDE CAPCANLI !!!






POPUN SIRRINI ÇÖZMÜŞ, İRONİ DOLU ŞARKI SÖZLERİ HEM EĞLENDİRİYOR, HEM BÜYÜLÜYOR DİNLEYİCİSİNİ… NİL’ E TUHAF DRAMASINI, DÖNÜM NOKTASINI SORDUK VE NİL BİR MÜZİK KUTUSU OLSAYDI, HANGİ ŞARKILARI ÇALARDI?MERAK EDİYORSANIZ EĞER, CEVAPLARI BİR KAÇ SATIR SONRA…


Seray Özbiçer: Nil Karaibrahimgil kimine gör
e şımarık, kimine göre ise tarz sahibi… Reklam cıngılları, “ Özgür Kız” derken “ Onun aşkı bana ekstra large, bana ekstra large…” çalındı kulaklarımıza... Nil Karaibrahimgil’in dönüm noktasını anlatır mısınız biraz?


Nil KARAİBRAHİMGİL: Benim bir tane u donusum oldu. O da hazirkart reklamlari. Hic aklimda olmayan bir yoldan, reklamdan muzige sapmami sagladi. Yoksa bir omur metin yazari olabilirdim. Yok yok olmazdim, bestelerim vardi icimde bir ates vardi, ben bir yolunu bulurdum yine o yola cikmanin.



Bir yazınızda Svagito diye bir adamla aile dizimi yaptığınızı ve sizin anneanne, babaanne ve annenizden yadigâr bir meşale taşıdığınızı söylemiş. Nedir bu aile dizimi, nedir bu “Tuhaf Drama”?


Herkesin aile agaci, tuhaf dramalarla dolu. Ben bence cok degerli bir takim kadinlarin mirascisi olarak, onlarin bana aktardiklari bir takim yetenek ve gucun tesekkurunu onlara borclu oldugumu ogrendim. Bu da bana cok duygulu geldi. Cunku ikisini de hic tanimadim diyebilirim. Aile dizimi, bilimsel olarak ispat edilebilecek birsey. Epigenetics diye bir bilim dali. Bu tur seylerim genlerle nasil aktarildigini ispatlamaya ugrasiyor.



Babanız Süavi Karaibrahimgil ile birlikte baba-kız ortak projelerde yer almayı, ironi dolu söz yazarlığınızı birleştirmeyi hiç düşündünüz mü?

Evet, olabilir



Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinde yazıyorsunuz. “Nil’in Kelebek Yazıları” samimi ve sizden bir şeyleri anlatıyor. Nil yakın zamanda bir de kitap yazsa bizlere, deseler bu fikre nasıl bakardınız?


Once kelebek yazilarimi kitaplastirayim, daha fazlasini yapmak isterim.



“ Nil Kıyısında” albümünüzün tarz olarak diğer albümlerinize kıyasla daha yerine oturmuş bir havası var. Bu “yavaşlama”, hakim olduğunuz tarzın değişikliğinin kaynağı nedir?


Herkes degisiyor. Sadece ben iki senede bir album yaptigim icin size bu degisim cok gelebilir. Ama hep yanyana olsaydik, hicbir sarki sasirtmazdi. Cunku kimse iki ene onceki yerinde saymaz. Ayrica otuzu gecmek beni cok rahatlatti. Daha panik ve tepkisel bir tiptim.




Yine Kelebek Yazılarınızdan “Fantastik Sorular” adlı yazınızda “ Neyin delice neyin normalce olduğu tamamen insan uydurması” diye yazmışsınız. Nil deliliği ya da normal olmamayı nasıl tanımlar?


Bence korkarak kisitlanan her sey normal gomlegi giymis deliliktir.


Nil bir müzik kutusu olsaydı hangi şarkıları çalardı?

Su anda caldiklarini ve umarim bundan sonra yazicaklarini.



Seray ÖZBİÇER

26 Eylül 2009 Cumartesi

Yürüyen Kelimeler / Eduardo Galeano


Yürüyen Kelimeler / Eduardo Galeano

Yaşlı, çirkin ve kırmızı burunlu bir cüce hayal edin! Antiemperyalistlerin, ateistlerin, erdemi göbek adı yapmışların arasına sunulan bir “Başmelek” kitabın başkahramanı.

Hikaye her pazar kiliseye giden insanların oluşturduğu Comayagua halkının ve başka zamanlarda kaçamak da olsa şehirle aynı ismi alan ve tepesinde kurulmuş beyaz bir kule biçimindeki geneleve diğer adıyla Günahkârlar Sarayı'na giden diğer yarısının arasında geçen olayları konu alır.

Tanrı’ya hizmet etmesiyle başlayan huzursuzluklar baş gösterirken olayların rengi “Başmelek”’in hikâyenin ortasına düşmesiyle bambaşka bir hal alsa da “Başmelek” cinsiyeti belli olmayan ama dünya evi zenginliklerin her zerresinden yaralanmaktan da geri kalmaz. “Başmelek”, cennetten yakınır, sonsuz zamanın ağır işlerinde çalışmaktan yorgun düşer öykü sanatının baş döndürücü varisi Latin Amerikalı damarlarından ustaca yararlanabilen Eduardo Galeano’nun kaleminde. Aşkı, öfkeyi, büyüyü, hüznü, taraf tutmayı ve tarafsız olmayı yaşadığı toplumun sıkı sıkıya bağlı olduğu adetlerini ve inançlarını yalın dili ve şiirsel anlatımıyla Kabala’nın, Latin Amerikan Folklorunun ve Guarani Kızılderililerine ayna tuta tuta örer kelimelerini “Yürüyen Kelimeler” ’ de Eduardo Galeano insanı şaşırtır bir biçimde. Hayran bıraktırır kendine…

Ve bir dip not: Var olmak istemeyen kelimelerin anlamı Eduardo Galeano’nun kitabında “ruh”demektir aslında. Ruh yoksa beden de yoktur, efsaneler de… Bedenler yoksa toplumlarda yoktur, toplumların kahramanları da Ve Eduardo Galeano, dilin yoğurdu aklın şekle soktuğu kelimelerimizin kişilik sahibi, bizden birer ruh taşıdıklarını anlatmak ister Jose Francis Borges'in tahta baskı desenleriyle betimlenmiş kitabında.

Kalmak istemeyen kelimelerin toplandığı bir yer olabilir mi?
Bir kayıp kelimeler krallığı?
Senden kaçan kelimeler, seni nerede bekler?

diyerek gösterir her bir kelimenin anlamın önemini kelimelerinin takipçisi okuyucusuna. Göstermek ister çünkü Eduardo Galeano hikayelerin kelimelerden oluştuğuna ve kelimelerin sahibi toplumu ve o toplumun kişilerini yansıttığına inanır. Bence bu kitap her şey ile hiçbir şeyin gizli bahçesine açılan bir kapıdır. Hikayelerin aralarına yerleştirdiği küçük küçük pencereler ise okuyucusuna birer mola gibi gelir. Retorik tadında “Yürüyen Kelimeler”, olacakları değil, olmakta olanları merak edenler için biçilmiş bir kaftandır adeta. Kitaba ve içindeki kahramanlara biraz yakından bakmak isterseniz Caetano Veloso’nun “Yakından bakınca kimse normal değildir.” sözüne hak verirsiniz.

Seray ÖZBİÇER
Ünivers/ 16. sayı

2 Ağustos 2009 Pazar

Gotan Project




Buenos Aires sokak dilinde «tango» anlamına gelen "Gotan" , ölümsüz bir ritm olan aşkı tango ve Latin Amerika ezgileriyle yoğurup günümüzün elektronik müziği ile buluşturan fransız asıllı bir müzik grubu. Hatırlayalım...

2000 yılında Philippe Cohen Solal ve Christoph H. Müller tarafından kurulan grup, 2001 yılında albümleri ‘La Revancha del Tango ile milyonlar satarak şöhret basamaklarını tırmanmaya başladı. Ayrıca bu albümden çıkan ‘Santa Maria’ isimli şarkı, başrollerini Richard Gere ve Jennifer Lopez’in oynadığı ‘Shall We Dance’ filminin soundtrack albümünde yer aldı. Sex and The City’ ve ‘Nip/ Tuck’ dizi müziklerinden de kulak aşinası olduğumuz grup, BBC Awards For World Music 2003’te en iyi çıkış yapan topluluk ödülünü alarak Tel Aviv’den Tokyo’ya Tokyo’dan Arjantin’e yılda 200’den fazla konser vererek dünyayı dolaştı.
Gotan Project, Arjantin müziği, kültürü olan tangoyu elektronik müzik ile birleştirerek önce ruhunuzu sonra da bedeninizi ele geçirmek için dinleyicisini bekliyor, benden söylemesi...

17 Temmuz 2009 Cuma

Nobel Barış Ödülü ya da Nükleer Başlıklı Savaş Ödülü




Alfred Bernhard Nobel, varlıklı bir ailenin üçüncü oğlu olarak 21 Ekim 1833'te Stokholm'de dünyaya gelir.Alfred doğduğunda, iflas eden babası Immanuel Nobel, rus osrdusu için silah üretmeye başlar ve Alfred bu sayede özel öğretmenlerden eğitim alır, kendini geliştirir. Henüz on yedi yaşındayken Rusça, Fransızca, İngilizce ve Almanca' yı akıcı bir dille konuşabilmektedir. Oğlunun kendisi gibi bir mühendis olmasını isteyen babası Immanuel Nobel'in hoşuna gitmese de Alfred, fizik ve kimyanın yanı sıra İngiliz edebiyatına ve şiire ilgi duyar ve Alfred'in tehlikeli bir patlayıcı olan nitrogliserin ile tanışması hayatına ünlü kimyager Ascanio Sobrero'un girmesiyle başlar. Çalışmalarını yürürttüğü laboratuvarda basınç ve sıcaklığında etkisiyle yaşanan bir patlamada Alfred'in küçük kardeşi Emil hayatını kaybeder. Buna rağmen dinametin mucidi Nobel çalışmalarınıa devam eder...

1864 yılında araştırmalarının sonucunu alır ve dinamit barutunu bularak inşaat ve madencilik alanında çığır açar. Bu sayede kısa süre içinde yirmi farklı ülkede kurulan yüze yakın şirketin sahibi olarak uluslararası bir ün edinir. 1896 yılındaki ölümüne kadar, sahibi olduğu patent sayısını 355' e çıkaran mucidin vasiyeti, mirasının Nobel Ödülleri' nin enstitüleştirilmesi yönünde kullanılması ve 33 milyon 200 bin kronunun her yıl, insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasıdır!!!

Buraya kadar her şey iyi gibi görünse de, mucidinin servetinin Amerika silah şirketleri Lockheed Martin ve Honeywell hisselerinde değerlendirildiği ve ABD' de bir borsa şirketi tarafından yönetildiği bundan üç sene önce ortaya çıktığında, bu haber ödüle ve ödülün amacına gölge düşürdü.

Sadece edebiyat dalındaki ödülüne 1.5 milyon avro tutarında bir kaynak ayrılan ve her yıl merakla beklenen Nobel Barış Ödülleri'ne, dünyanın kara listesinde bulunan Amerika Honeywell Holding'in sponsorluk ettiği haberi buraya kadar okuduğunuz başarı öyküsünü yorumsuz kılmakta!!!

Dahası, holding'in nükleer savaş başlıkları ve helikopter silahları üretiyor olması da ayrıca bir hayal kırıklığı!!!

Ödül sanki Nobel Barış Ödülü değil de Nükleer Başlıklı Savaş Ödülü...


İzmir




Rahatlığını seviyorum, kıyısından denizin yalı boyunu okşayışını...Gecenin nahoşluğunun şarapla karışıp beynimin içindeki İzmir'i oluşturmasını seviyorum...Geniş caddeler, yüksek ışıklar...huzur!!!

Ve şehri şehir yapan içindeki sevdiğim insanlar...Denizinin tuz kokusu içinde kordonda boydan boya yürümek sevdiğinin elini tuta tuta...

Seviyorum İzmir'i, İzmir'de yaşamayı her haliyle, her mevsimiyle...

16 Temmuz 2009 Perşembe

Dost toprak bir maşrapa değildir!!!


to be alone or not to be alone by ~zeligue on deviantART

Bir elin parmağını geçmemeli dost dediğin insan sayısı...Bir, iki, bilemediğin üç olmalı ama dört değil!Yıllar araya girmemeli...girse bile zaman eskitememeli dost dediğini, dost kavramını. Aynı sıcaklık yine beyninde, hatıralarında canlanabilmeli dost diye bağrına bastığın insanı görünce; anılar bir diğer anın için tutuşmalı yaşanmak için...Fitil hep ateşte kalabilmeli!

Sessiz kalındığında bile bundan anlam çıkarma yerine sessizik paylaşılabilmeli, zorlamadan, akışına bırakarak...Zaman tarafından evrilip çevrilip yoğrulan aşk'a zıt; sevgi güçlü kılmalı önüne kata kata büyüttüğün kartopu gibi hayatını...Seni ayakta tutan ve senin ayakta tuttuğun kişidir dost. Adı ne olursa olsun farketmez, marka değildir dostluk; içinin etiketi olabilir ancak ve ancak...

Dostluk, toprak bir maşrapa gibi hemen kırılıp parçalabilen arkadaşlıklara inat meşe ağacı gibi sağlam, değer unsurudur insanoğlu için. Dost insanın evi gibi olmalıdır aynı zamanda. Sığınacağı bir oda olabilir dostunun kalbi, ya da kalbin onun için bir oda!

Ne yaparsak yapalım, kim olursak olalım dönüp doaşıp evimize sığınırız en sonunda...Özleriz çünkü, isteriz ihtiyacını duyduğumuzu bile bilmeden.Dost da böyle bir ihtiyaçtır, kurallara tabi tutulmadan bölüşüle bölüşüle büyyüyen bir ağaç...

Saat kaç olursa olsun kapısını çaldığında gövdesi sana hep açık olabilen, kökleri toprak toprak büyüdükçe güçlenen vefalı bir ağaç...

En derinini kanatmadan açıp, yaralarını kanamadan yine, sarabilendir. Günahkar alemin en günahsız değeridir belki de! Senin gözündeki yaş onun yüreğinden gelebiliyorsa ve söyleyeceğini yoğurmadan dilinden önce kalbinden sana ulaştırabiliyorsa dostundur, dosttur o!..

Seray Özbiçer

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Rooze, Mirjan / photographer


untitled.... by =rooze on deviant

Blog blog gezerken rastladım " Rooze" a!!!

Sade, naif bir tene bürünmüş, lauren dukoff seviyor o da!


Lauren dukoff, 1984 doğumlu bir fotoğrafçı!Hem de başarılı müzisyenlerin...Hem arkadaşı, hem de fotoğrafçısı.Lauren Dukoff’un “
Family” adlı sergisi Devendra Banhart, Natasha Khan (Bat For Lashes), Joanna Newsom, Vashti Bunyan, Matteah Baim, Espers, Cibelle, Bert Jansch, Noah Georgeson gibi ünlü müzisyenelrin yolda, evde, sahne arkasında fotoğraflarından oluşuyor. Albüm kapakları, portler üzerine yoğunlaşan sanatçı, fotoğraf çekme sanatını babasından öğrenmiş aynı zamanda...

Rooze'un

http://www.flickr.com/photos/rooze/

adlı websitesinde yer alan çalışmaları insanı büyülüyor adeta. "I'm still trying to get closer to who I am." diyerek içinde dehlizleri bulmaya çabalayan genç sanatçı;


Cup of tea... by =rooze on deviantART

kendi bedenine çektiği fotoğraflar ile daha yakın olmaya çalışıyor bir nevi!Bundan olsa gerek, her çalışmasında bedeni, gözleri, teni çıkıyor karşımıza!


anywhere I lay my head. by =rooze on deviantART


Jose Gonzalez, seviyor, dinliyor, esinleniyor belki de ruhunu besliyor; tıpkı fotoğraflarını beslediği gibi.Bir annenin şevkatini duyumsayabiliyorsunuz tek bir karenin içinde bile.Bir kedi oluyor bu simge, bir dal ya da beden yarıçıplak...hayatı seziyor, yaşıyorsunuz bakış açısına göre...




Çalışmalarındaki dingin hava, sanatçının herçalışmasına ve her karesine sinmiş adeta. Masumluğun göbekadıymış gibi Rooze, çalışmalarının her karesinde...

Ve her çalışması biraz da olsa cinsellik içeriyor aslında?!!!Tabi siz bunu cinsellik diye nitelerseniz...


the sea... by =rooze on deviantART



Fotoğrafçılık eğitimi aldığını ve aldığı eğitimi de çalışmalarına çok iyi yansıttığını düşündüğüm Rooze, aslında elimizin altında... Nasıl mı?


http://roozephotography.blogspot.com/: bu blog rooze'un gizli dünyasına gider...Ve bir tık ona ulaşmak için yeter de artar bile!Benden söylemesi...

Seray Özbiçer

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Antony and the Johnsons


Biraz sakin...dokunaklı içli ve his dolu belki de!... ...ve türü ne olursa olsun, kendine has sesi, tınısı içimizdeki dehlizleri aşıp aşıp, çok daha uzakları düşler gibi...




"...
hope there's someone who'll take care of me when i die, will i go hope there's someone who'll set my heart free nice to hold when i'm tired...''


Antony Hegarty'ın pırltılı sesi, ilk duyduğunuzda gün yüzünü yokluyor, acaba dedirtip, sıkışmışlığa hapsolmuş ruhlarımızı serbest bırakıyor... Bir ışık arıyor, gözalıcı araba farlarına bile aldanmadan Antony. Güneş'in geldiği yöne ilerler gibi bir hali var ama sesi temkin dolu, tedirgin biraz ve emin aslında kabuğunda. Yakarışlara şahit kulaklar -algılarımız...Ne olmak istediğini bilen bir kadın-adam ya da adam-kadın Antony Hegarty, kelebek olmak, kozasını parçalayıp, çırpınışlarını olamadıklarına ithaf etmek ister gibi sanki. Arada kalmışlık ile gölgelerinin ağırlığı, sabıkalı bir türün utanmışlığı gibi...büyüyünce bir kadın olmayı düşleyerek geçen çocukluğu ya da... ‘For Today I am a Boy’ şarkısı o özleme bir tanıklık, tanık olmak isteyenlere... Kilisede söyleyen bir putperest adeta Antony.Baş destekçisi Lou Reed...Bir kuş aslında, rengi, cinsiyeti belli olmayan; kıyısına kadar gelip, olacakları izlemektense; kıyısından Dünya'nın atlamayı tercih edenlerden. Naif, tüm zıtlıklara rağmen...Başucu müziğimin sahibi...Antony and The Johnsons...



Ve John Cameron Mitchellin 'in yazdığı, yönettiği ve oynadığı bir film
hedwig and the angry inch. Uç noktalardaki yaşamların keşisme noktası gibi olan bu müzikal tadında film,başta berlin ve sundance olmak uzere büyük festivallerin ödüllü ve kendi boşluğunu varlığıyla dolduran bir tamamlayıcısı gibi. Antony and The Johnsons' a da yakışan, anlatan belki de onları gölgelerinden saklayan bir film bu film...


Sizin için doğru zaman kavramı 1, 2, 3 diye saymaya başladığınız yıldızlar ve muhteşem Ay'ın manzarası ise müziği başlatabilir ve içine doğru akabilirsiz Antony and the Johnsons nehrinin. Belki ile keşkelerin kavgalarına şahit iseniz, buharlaşa buharlaşa tehlikeli bir biçimde kıskançlığı tetikleyen Antony'nin sesine hayran, bir külçe misali abartmak gerekirse ama
biraz sakin...dokunaklı, içli ve his dolu hüzünlü bi erkek sesi sahibi "beyazten" kadın tarafından esir alınmış olacaksınız, haberiniz ola! Hüznün kuytu köşelerine bir Merhaba, sadece...

Seray Özbiçer





8 Temmuz 2009 Çarşamba

Aydın Doğan Vakfı genç beyinleri ayıklama yarışması


" Seray mrb, bugün aydın doğanla ilgili evrakları son kez gözden geçirip gönderdim ama maalesef seninkini if öğrencisi olmadığın için geri çekmek zorunda kaldım. sana nasıl söyleyeceğimi de bilemedim ama dürüst olmak gerekir diye düşündüm
aslında bana katılabileceğin bilgisi verilmişti ama formu tekrar okudum, hatta aradım. ÇAP'ı dahi kabul etmiyorlar halbuki imzadan da çıkmıştı dekanlıktan ama hepimiz -sen de dahil- bu olasılığı atlamış bulunuyoruz..."


diye başladı üniversitemizin gazetesi Ünivers'in yazı işlerinden sorumlu hocam ile msn konuşmamız. Yıkıldım...Engeller vardır ya hani, aş, geç tarzında önümüzde onlardan birine takılmıştı paçam, kurtulamıyordum bir türlü...

Bundan birkaç hafta öncesine dayanır Aydın Doğan Vakfı genç iletişimciler yarışması için Ünivers'de yayınlanan roportajım ile başvurmam. Tamı tamına 13 A3 karton gerekir bunun için. Bir de cv, bir de 3 adet cd. Seray yılmaz, gider 13 adet gazete küpürünü kesip, biçer yapıştırır hepsini teker teker A3 lere. O da yetmez, oturur yazar edebiyat geçmişini detaylıca...Yol çetrefillidir ama seray napmaz?,yılmaz...Kazanırsam Aydın ödülüm olacaktır, kazanırsak Aydın ödülümüz olacaktır. Ünivers'de yazan çizen,çeken diğer arkadaşlarında belki ama oltama öyle bir şey takılmış ki yerinden oynamıyor adeta.

Güzel sanatlar fakültesi iç mimarlık ve çevre tasarımı öğrencisi olmam prosedür gereği yök'ün gözüne batmaktadır ve düzeninde ayrıca. Sadece iletişim öğrencilerinin katılabildiği bu yarışma ve diğerleri yaratıcılığımda dahil beni her yönden kısıtlayarak kalem ile silgi ile beslenen, düşünmeyen, sorgulamayan bir öğrenci profili olmam yolunda yatırım yapmaya çalışıyorlar.

haa aydın doğan umrumuzda mı, hayır!
sadece formal bi organizasyon, bütünüyle sektör işi

ama neden?Niçin bu kısıtlamalar, yollara taş koymalar...?

Artık bu durumda önemli olan kendinize yatırım yapmak oluyor, ki bunu da zaten iyi yapıyorum.

Hepimizin -Ben de dahil- atlamış olduğumuz bu olasılık fakültemin Güzel sanatlar fakültesi olmasıysa ben bu olasılığı es geçiyorum.

Seray Özbiçer