“Anne, ben barbar mıyım?” : 13. İstanbul Bienali’nin Kavramsal Çerçevesi Eşliğinde Uygarlık ve Barbarlık
Baskın seslerin susturulduğu, kemikleşmiş söylemlerin sarsıldığı, toplumdaki en güçlü ve kabul görmüşün dışlandığı bir toplumu yaratabilmek adına sanatın yeni pozisyonlar yaratma ve yeni öznellikler inşa etme potansiyeli yeterli midir? Böyle bir toplum uygar mıdır, yoksa barbar mı?
Hayal gücü kanallarımızı açmaya yönelik bir slogan ile 13. İstanbul Bienali, odak noktasını kamusal alan söyleminin
toplumsal siyasi bir forum yaratma fikrine odaklıyor. Kamusal bir buluşma alanı
yaratmak ve tartışma zeminini harekete geçirmek adına bienal sergi mekânları
olarak geçici olarak boş bırakılan kamusal yapıları kullanma fikrine yöneliyor.
13. İstanbul Bienali’nin şiir, edebiyat, ve şiirsellikle sanatın ilişkisini
vurgulayan bir başlık olan “Anne, ben
barbar mıyım?” sloganı seyircisine
“Kamusallık” kavramını yeniden düşündürüyor.
1987 yılından bu yana İstanbul'da bir buluşma noktası oluşturmak ve görsel
sanatlar alanını hareketlendirmek, farklı kültürlerden sanatçılar ve
izleyiciler arasında bir buluşma noktası yaratmak adına İstanbul Kültür Sanat
Vakfı (İKSV) İstanbul Bienali ile güncel sanatın yeni eğilimlerini bir araya
getirerek uluslararası bir kültür ağının kurulmasına katkıda bulunuyor.
13. üncüsü düzenlenen İstanbul Bienali’nin tartışma noktası sivil alana erişim ve kent
hakları olarak belirlendi . ‘Şehri Kamusallaştırmak’ adına, şehrin estetik ve
teknik değerlerini oluşturmakta büyük rol oynayan kent sakinlerinin nerede ve
nasıl yaşadıklarını, çalıştıklarını, sosyalleştiklerini anlamanın önemini
vurgulayan İstanbul Bienali, rotasını İstanbul’ da şu an gerçekleşmekte olan kentsel
dönüşüm, tarihsel ve kültürel çeşitlilik taşıyan mahallelerin özelleştirilmesi
ve konutlaştırılması konusuna çeviriyor. Mahalle pazarlarının yerini alan
alışveriş merkezleri ve merkezi toplumsal buluşma mekânlarının nasıl da kentin
çeperlerine itildiği vurgulanıyor.
Sloganını Şair Lale Müldür' ün “Anne, ben barbar mıyım?” adlı kitabından alan 13. İstanbul Bienali sergileri, alınan küratöryel kararlar doğrultusunda iç mekanlarda gerçekleştirelecek.
2007-2016 sponsoru
Koç Holding’in desteğiyle düzenlenen
13. İstanbul Bienali’ nin küratörü Fulya Erdemci, yakın
zamanda yaşanan Gezi olaylarından sonra, vatandaşlarının özgür ifadelerine izin
vermeyen otoriteden alınacak izinle sanat projelerinin sokaklara taşınması
fikrinin kamusal alan sorunsalını irdeleyen bu projeleri bu koşullar altında gerçekleştirmenin
onların varlık nedenleri ile çelişebileceğine inandığını belirterek, gerçekleştirilmemelerinin
daha anlamlı bir öneri olduğunu açıkladı.
Bu açıklama üzerine şehri kamusallaştırmak, mekansal-ekonomik adalet, kamusal alanda sanat
ve sanat-pazar ilişkilerinin sorgulandığı ve bu bağlamda sanatın rolünü araştıran
bir matris işlevi gören 13. İstanbul Bienali’nin sergi mekanları Antrepo No.3,
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, ARTER, SALT Beyoğlu ve 5533’te 14 Eylül-20
Ekim 2013 tarihleri arasında izlenebilecek.
Kentsel kamusal mekânlardan çekilme fikri, varlığı
yoklukla imleyerek Gezi direnişiyle birlikte uyanan özgürlük fikri ve yaratılan
özgürlük alanına yaratıcı ve katılımcı eylem ve forumlarla destek veriyor.
Kentsel kamusal mekânlardan çekilme kararı kamusallık
yaratabilmek adına bu kavramı yeniden düşünmeyi öneren bir bienal haline
gelerek, bienalin bu edisyonunu ücretsiz izlenebilecek bir etkinliğe dönüştürüyor.
14 Eylül Cumartesi günü izleyicisine
kapılarını açan 13. İstanbul Bienali sergi mekânları, “mutlak öteki”ye işaret
eden “barbar” tanımlaması ile sanatın yeni pozisyonlar yaratma ve yeni
öznellikler inşa etme potansiyelini sorguluyor. Farklı başlıklar altında
düzenlenecek bir dizi konuşma, atölye, seminer ve performansla hem Türkiye’de
hem de dünyanın dört bir yanında “kamu” kavramının geleneksel kavramını dönüşüme
uğratmayı hedefliyor. Üstlenilebilecek en önemli görevin kentsel sosyoekonomik
eşitsizliğe karşı mücadele olduğuna inanılan bu kavramsal çerçevede kamuyu
yeniden hayal etmek çok da uzak olmamalı.
Eski Yunancada kullanıldığı bağlamda
“topluluk/meclis” veya “toplanma yeri” anlamlarına gelen “agora” bir metafor
olarak düşünülen “topluluk” çağrışımını barındırır. Şöyle ki; Antik
Yunan’daki özgür insan kavramını tartışan Hannah Arendt özgürlük ve mekân
arasındaki ilişkiyi şöyle ortaya koyar:
"Özgür bir insanın hayatının
başkalarının mevcudiyetine ihtiyacı vardı. Dolayısıyla özgürlüğün kendisinin de
insanların bir araya geldiği bir yere ihtiyacı vardı –agora, pazar yeri, veya
polis, gerçek bir siyasi mekân."
Kalabalık veya açık alan korkusu anlamına gelen Agorafobi, kelime olarak ifade özgürlüğünden veya toplumsal hareketten duyulan korkuyu anlatır. Bu düşünceden yola çıkan 13. İstanbul Bienali Giriş Sergisi Agorafobi, mekân politikalarını kentlerdeki kamusal mekânları tartışmaya açarak özgürlüğün vazgeçilmez etmenine vurgu yapıyor.
Memnuniyetsizlik ve hükümetlerin yönetim
biçimlerinden doğan hüsran –sokaklar,
meydanlar ve parklarda dahil olmak üzere uzlaşmazlığın ve huzursuzluğun dışa
vurulduğu bir sahneye dönüşüyor. Bu dönüşüm, sokaklara dökülen bu direnişin
kamusal mekanlara olan faydası ve toplumsal hareketi teşvik edip kitlelere olan
desteği konusunu açık bir tartışma konusu olmaya sürüklüyor.
13. İstanbul Bienali bu bağlamda sorulabilecek en naif sorulardan biri
olan “Anne,
ben barbar mıyım?” sorusunu irdeleyerek izleyicisine böyle bir toplumsal
dönüşümü hayal etmenin mümkün olup olmadığını sorgulatıyor.Tıpkı Lale Müldür’ ün sorduğu elmas sertliğindeki
sorular gibi, baskın seslerin susturulduğu, kemikleşmiş söylemlerin sarsıldığı,
toplumdaki en güçlü ve kabul görmüşün dışlandığı bir toplumu hayal ettirerek,
dönüşüm sürecindeki bu toplum için sorulabilecek en doğru soruyu topluma mal
ediyor ve diyor ki 13. İstanbul Bienali;
“Anne, ben barbar mıyım?”
*Görseller İKSV' den izinle alınmıştır.
Daha fazla görsel için;
http://www.iksvphoto.com/#/folder/8e692k