26 Temmuz 2010 Pazartesi

TED, Paylaşmaya Değer Fikirler



      Tutsak olduğum fikirlerden azad edeceklerime kadar hepsini aydınlatmak, bilinir kılmak istiyorum. Dünyamı değiştirebilecek, dünyamı zenginleştirebilecek gelenekleri yıkan yenilikçi, insanlara ihtiyacım var, ihtiyacımız var.


     TED, imdadınıza yetişip farklı alanlara ait önemli düşünce biçimlerini keşfedip kendi yaşamınıza ve iş hayatınıza uyarlayabileceğiniz bir merkez.  Teknoloji, tasarım ve eğlence konularını harmanlayarak sonsuz  bilginin olağanüstü bir kısmından bir lokma da izleyicisine sunuyor cürretkarca. Konuşmacıların bazıları dünyanın önde gelen şirketlerinde yönetici ya da bu şirketlerin en beğenilen ürünlerinin tasarımcısı veya dünyayı değiştiren ürünleri ortaya koyarak çığır açan araçlar yaratanlar...1984’te kâr amacı güden bir kurum olarak kurulan TED, 2001’de daha iyi bir dünya yaratmak amacıyla fikirleri güçlendirmeye çalışan Chris Anderson’un özel vakfına satıldı. O tarihten bu yana TED, içeriğini online olarak ücretsiz kullanıma sunmaktadır. 


    Dehlizlerimizde gün ışığı görmeyi bekleyen sayısız sorulardan bazıları TED' de izlediğim 18 dakikalık konuşmalar ile aydınlanmak için gün yüzüne çıktı. George Whitesides yaptığı konuşmada dedi ki; Basitliğin bir diğer sınıfı vardır. İşleyişte basit, ama  yapılışlarıyla o kadar basit olmayan basitlik, basitlik midir? Basitliği gördüğümüzde tanıyabiliriz...Soru sorduğumuz da tek sorunun içinde  aslında bir çok farklı anlamlar barındıran aynı kelimeler ile bir çok sorunun olması...Basitlik, tahmin edilebilir ve ucuz olmalıdır.İşlevi olmalıdır(Yüksek performans, düşük maliyet). Hizmet potansiyeli olmalı, en önemlisi de istiflenebilmeli!


   Sonrasında konuşmasını önemli iki isim ile kapattı: Einsetien ve Saint Exupery.


  "Her şey mümkün olduğunca basit yapılmalıdır ama daha basit değil"


  "Tasarımda mükemmele ulaştığınızda, ekleyecek bir şey olmadığında değil, çıkarılacak bir şey olmadığında anlarsınız."




  Adını hatırlayamadığım bir diğer konuşmacı da Çizgisellik fikri'nden bahsetti konuşmasında. Ruhlarımızı beslemekten bahsetti ve ekledi: Bir yerden başlarsın, bir yolu takip edersin. Doğru yolu takip edersen hayatını iyi bir yola oturtursun ama hayat çizgisel değil, organiktir...Simbiyotik olarak yeteneğimizi ortaya çıkaran olay ve durumlara göre oluştururuz. Bence dünya üstünde ne kadar yetenekli insan var değil de kaç çeşit yeteneğe sahip insan var diye sormalıyız.


  Sordum ben de kendime tüm bu aydınlatıcı fikirlerden sonra azad edilirsem, ötelenir miyim? diye. Bütün bilgilerin bir birine bağlı olduğu bir yerde cevap vermek için acele etmemek gerekir diye düşünüyorum. TED' e biraz daha göz atmalı, biraz daha paylaşmalı, anlatmalı ve dinlemeliyiz. TED, Hayatımızda Bir Geri Al, Tuşu,olmalı mı?Bence olmalı...

17 Temmuz 2010 Cumartesi

“Hüseyin Çağlayan: 1994-2010” / İstanbul Modern





Bir dünyanın içinde var olan ve diğer hayatlara bağlanan öngörüye sahip seçkin isimlerden biri onunkisi. Onun bu yaratıcı yaklaşımı ve öngörüsü, kucaklar dolusu hikaye ve kahramanları ile hep sahnede, spot ışıkları altında olmaya gönüllü sanki. 



Çağdaş sanatın en önemli temsilcisi diye çağrılıyor Hüseyin Çağlayan. Mimari, felsefe, bilim, tarih, antropoloji, biyoloji ve teknolojiden esinlenen Çağlayan`ın genetik, teknolojik ilerleme, yer değiştirme, göçmenlik ve kültürel kimlik gibi konulara bakışı son 16 yılda ürettiği çalışmaların bir seçkisi `Hüseyin Çağlayan: 1994-2010` başlıklı sergiyle İstanbul Modern' de görülebilecek. 


Türkiye’deki en kapsamlı sergisi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti programı kapsamında İstanbul Modern' de Hüseyin Çağlayan, İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri Yılmaz Kurt ve İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İHKİB) Yönetim Kurulu Başkanı Hikmet Tanrıverdi birer konuşma yaparak açıldı. Daha önce Londra Tasarım Müzesi ve Tokyo Çağdaş Sanat Müzesi`nde sergilenen, küratörlüğünü Donna Loveday`in yaptığı sergide Hüseyin Çağlayan’ın 1994 ile 2010 yılları arasında ürettiği moda koleksiyonları, enstalasyonları ve filmleri kişisel ve kültürel kimliği ile sanatseverleri doyurmayı başarıyor.



Bir seçkisi niteliğini taşıyan “Hüseyin Çağlayan: 1994-2010” başlıklı sergi ile Hüseyin Çağlayan'ın kırılma noktaları15 Temmuz-24 Ekim tarihleri arasında İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri’nin (İTKİB) organizasyonu ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın katkılarıyla, İstanbul Fashion Week 2010İstanbul Moda Akademisi(IMA), İstanbul Modern ile Londra Tasarım Müzesi işbirliğiyle sanatseverlerin beğenisine sunuluyor.

2 Temmuz 2010 Cuma

Elif ŞAFAK ile Edebeiyat Üzerine / Univers15



  Elif Şafak ile edebiyat üzerine








Türk edebiyatında hep çok tartışılan, eleştirilen ve okunan isimlerden biri oldu Elif Şafak. Çok karakterli romanları, çok yönlü bakış açıları ve farklı temaları ile Türk edebiyatında silinmez bir iz bırakan Elif Şafak’ın işte içtenlikle cevapladığı sorular.




ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunusunuz. Yüksek lisansınızı aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde yaptınız ve ODTÜ Siyaset Bilimi bölümünde “Türk Modernleşmesinin Kadın Prototipleri ve Marjinaliteye Tahammül Sınırları” üzerine doktoranızı tamamladınız. İslamiyet, kadın ve mistisizm hakkındaki “Bektaşi ve Mevlevi düşüncesinde kadınsılık-döngüsellik” adlı yüksek lisans teziniz, ilk öykü kitabınız “Kem Gözlere Anadolu” ve ilk romanınız “Pinhan”ı ve saymakla bitmeyen diğer başarılarınız...Tüm bunlar okuyucularınıza yansıyanlar aslında. Siz kendi içinizdeki Elif Şafak’tan biraz bahsedebilir misiniz?


Elif Şafak: Kendi içimdeki Elif değil de Elifler demeyi tercih ederim galiba. Bence insan zaten çok başlı, çok sesli bir varlık. Hepimizin içinde çelişkili sesler var. Ben kendi içimdeki seslerden en çok Siyah Süt’te bahsettim aslında. Orada içimdeki altı ayrı kadını, yarı mizah yarı ironi yüklü bir dille ifşa ettim. Benim için özel bir kitaptır Siyah Süt. Tek otobiyografik eserim. Onun dışında yazdığım her kitap hep hayal ürünüdür. Ama Siyah Süt’te kendimden yola çıkarak yazdım.




“Önce yüzlerini unuturuz sevdiklerimizin. En çok yüzümüzün unutulmasından endişe ettiğimiz halde” (Med-Cezir, s.163) diyorsunuz bir kitabınızda. Unutulmak sizce romanlarınızdaki kahramanların biraz gerisinde kalmak mıdır sizin için, yoksa kahramanlarınızı kendi analitiğinize oturtup içinde saklanacağınız ama sizden de parçalar taşıyan kendi kahramanlarımızı yaratmakta mıdır?


Unutmak, hafızanın bahar temizliğidir. Nasıl ki her bahar bir büyük temizlik yapıyorsak evlerimizde, hayatımızda da öyle dönüm noktaları oluyor ki hafızada temizlik yapıp, unutuyoruz. Bunun belli bir dengesi var. O dengeyi bozmamak kaydıyla gerekli, anlaşılır bir şey.




1971 yılında Strazburg’da doğmuş biri olarak Türkçe’nin iyi kullanılabileneceğini, akıcı bir dil ile anlatılmak isteneni kelime oyunları içinde okuyucuya yaşatıyorsunuz adeta. Bir Türk yazar olarak siz Türkiye’de edebiyatı nerede görüyorsunuz?


Bizde romancılıkta dil şiire kıyasla ihmal edilmiştir. Romanda hep ne anlattığınız önemsenir. Nasıl anlattığınız değil. Ben ise ne anlattığım kadar nasıl anlattığımı da önemsiyorum. Türkiye’de son derece zengin bir edebi birikim olduğunu ve gayet samimi ve güzel bir edebiyat okuru olduğunu düşünüyorum. Okura derin inancım var.




Cinsel kimliklerimiz bizi kadın ve erkek yapan birer kod gibi. Bir romancı olarak Türkiye’nin yarası haline gelen kadın sorunsalını siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce iyi bir edebiyatçı olmak kadın ve erkek kimliklerin ötesine geçip, ipi doğru yerinden düğümlemek gibi edebiyatı da bu sorunsala bağlamayı mı gerektirir?


Kadın meselesi benim çok önem verdiğim bir konu. Ben de tek başına dul bir anne tarafından büyütüldüm. Bu konuya duyarlılıklarım erken gelişti. Ataerkil tek seferde analiz edilebilecek bir sistem değil, daha karmaşık. Ataerkil bir toplumda, bedeniyle değil de beyniyle var olmaya çalışan bir kadın kendini hep “ciddi” görünmek mecburiyetinde hissediyor. Kadın yazarların benzer çelişkilerle ömürlerinin bir döneminde yüzleştiğini düşünüyorum. Bunlar, yazıya dökülmesi çok kolay şeyler değil. Bir de tabii yazı dünyası, çok erkeksi bir dünya. Onun içinde olan kadınlar bir takım stratejiler geliştiriyorlar… “Kadınca meseleler” sanki o entelektüel dünyaya çok da yakışır konular değilmiş gibi. Böyle bir ön yargı olduğunu düşünüyorum.




Son romanınız “Aşk” hem aşkın taşkınlığını hem de ruhun dinginliğini yansıtan bir roman. Aşk’ ı yazma sürecinizden bahsedebilir misiniz?


Benim tasavvufuma ilgim bundan on beş sene evvel başladı. O günden bu güne, kendimce adım adım mevsimlerden geçtim. Hem Hazreti Mevlana’ya hem Tebriz’in Güneşi Şems’e derin hürmetim var. Mevlana görece daha iyi biliniyor ama Şems pek bilinmiyor. Halbuki o muazzam bir cevher. Onu anlamadan Mevlana’yı anlamak mümkün mü? Et ile tırnak gibiler. Ama bir o kadar da farklılar aslında. Ben o ilahi bağı anlatmak istedim. Kitapevi sahiplerinden işitiyorum. Aşk’ı okuduktan sonra Mesneviyi okumak isteyenler artmış. Bir de “Şems hakkında başka kitap var mı?” diye soranlar çok oluyormuş. Bunlar beni mutlu ediyor.




Mevlana ve Tebrizli Şems’in hikâyesi birçok kez farklı biçimlerde yorumlandı. Siz ortaya koyduğunuz kendi yorumunuzu diğerleriyle karşılaştıracak olursanız sizin yorumunuz buhikâyenin hangi noktalarına odaklanmıştır?


Benim yorumum “aşk”a odaklandı. Çıkış noktam da aşk idi, varış noktam da. Ve bence aslında hepimiz aşka özlem duyuyoruz. Yüreğimizin derininde bir yerde hepimiz aslında bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz. Romanda Şems diyor ki: Her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Ömrü hayatımız tamamlanmaya çalışmakla geçiyor. Bizi tamamlayacak, bütünleyecek tek bir şey var. O da aşk!
Birden fazla dil ve birden fazla kültür size yakışan bir zincir gibi adeta. Sufizm felsefesi sizi ve yaşamınızı nasıl yönlendirdi?
Sufizm benim için entelektüel bir ilgi değil. Belki seneler evvel öyleydi. Ama zamanla akıldan kalbe indi. Bu konuda konuşmakta zorlanıyorum. Ama yazarken kalemime şekil veriyor, onu biliyorum.




Tarihin belleğini; maziye gömülen sırları sakladığınız bir yer gibi İstanbul. İstanbul’ a romanlarınızın başkahramanlarını kıskandıracak derecede bağlı olan tutkunuz nereden geliyor?


Elbette tasavvuf kadar, onca göçebeliğin bende ve hayatımda izi büyük. İstanbul’a çok aşığım. Ama aynı zamanda başka şehirlerden beslendim. Bilhassa yolculuklardan beslendim. Sırf yollarda olma hali bile bana çok şey kattı. Aslında çoğu romanıma bir şehirde başlayıp başka şehirde tamamlamışımdır.




Uçurtmalar” adlı şiirinizin Teoman’ın çıkan “İnsanlık Halleri” adlı son albümünde yer alması sizin müzik alanında da şarkı sözü yazarı olarak bir yola baş koyduğunuzu gösterir diyebilir miyiz?


Şarkı sözü yazarlığı bana anneliğin getirdiği bir armağan oldu. Çocuklar uyurken, oynarken kısıtlı zamanlarda roman yazamazsınız. Ben de elimde kalem kağıt dolaşırken karalıyorum, tasarlıyorum şarkı sözlerini. Edebiyat ile başka sanat dallarının kesişim noktalarını önemsiyorum. Güzel şeyler üretebildiğim müddetçe şarkı sözü yazmak isterim elbette.


Univers15

27 Haziran 2010 Pazar

Zülal Kalkandelen ile New York ve Türkiye üzerine / Univers17

Zülal Kalkandelen ismini bilenler kendisini Roll Dergisi’ndeki müzik ya da Cumhuriyet Gazetesi’ndeki New York yazılarından bilirler. Kalkandelen’in New York’un kültürel ve sosyal yaşamına ışık tutan denemelerden oluşan ilk kitabı “New York’u Yaşamak” 2003 yılında yayımlandı. Yazarın bu kitaptan başka iki eseri daha bulunmakta.





Zülal Kalkandelen Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü bitirdi. A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi dalında, Prof. Dr. İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması adlı kitabının eleştirisi üzerine yazdığı tezi tamamlayarak Yüksek Lisans derecesini aldı.1992-1996 Kültür Bakanlığı’nda hizmet verdi. 1997-2000 NTV ve CNBC-e’ de program koordinatörü/ yapımcı/ program bölümü sorumlusu olarak çalıştı. Yapımcısı olduğu INFO adlı program büyük müzik firmalarının Türkiye temsilcilikleri tarafından “En İyi Müzik Programı” seçildi.Aynı zamanda Roll dergisi için müzik yazıları yazdı.2001- New York’a yerleşen Kalkandelen ile New York ve tekrar dönüş yaptığı Türkiye üzerine konuştuk.




Zülal Kalkandelen 2001 yılından beri New York’ ta yaşıyor. “New York’ u Yaşamak” adlı kitabınızda da rüyaları süsleyen bu kenti ayrıntılarıyla anlatmışsınız okuyucunuza fakat; niçin Türkiye’ den ayrıldınız ve niçin New York?


Öncelikle şunu belirteyim ki, artık New York’ta yaşamıyorum. Zaman zaman yine kenti ziyaret ediyorum, ama orada yaklaşık 4.5 yıl yaşadıktan sonra İstanbul’a döndüm.Sorunuza gelince, Türkiye’den ayrılmamın nedeni, 2001 yılındaki ekonomik kriz sırasında işimi kaybetmem... Kriz patladığı zaman CNBC-e kanalında çalışıyordum. Televizyon kanalları da, bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi, ilk tasarruf yöntemi olarak bazı personeli işten çıkarmayı seçmişti.İşine son verilen çok sayıda insan arasında ben de vardım. O dönemde bunun anlamı, en az bir yıl işsiz kalmak demekti; çünkü o yıl bütün medya kurumlarındaki durum buydu. Ben de aldığım tazminatla hep yapmak istediğim bir şeyi gerçekleştirdim. Yurtdışına gidip Türkiye’ye oradan bakmayı ve yeni kültürler tanımayı düşündüm. Çünkü diğer ülkelere turist olarak gitmekle bir süre oralarda yaşamak arasında çok fark var.Bunun için de en çekici yer New York’tu. Daha önce gezi amaçlı gitmiş ve çok sevmiştim o kenti. Bunun birinci nedeni, müzik açısından son derece tatmin edici bir atmosfere sahip olmasıydı. Tam bir müzik sevdalısı olduğum için bana çok hitap eden bir kent New York.İkinci neden de, bütün dünya kültürlerini buluşturan eşsiz bir kent olması. Ben New York’u bir deney tüpüne benzetiyorum. Bir bilim insanı düşünün; deney amacıyla tüpün içine çeşitli kimyasal maddeler atıyor ve karıştırılıp ne olacağına bakıyor. Normal olarak birbirine tepki verip patlamaya yol açabilecek çok sayıda madde, nedense o tüpün içinde bambaşka bir karışım yaratıyor ve hiçbir patlama olmuyor... Bu bana çok ilginç gelir.




Kemalizm’den Karl Marx’ a Gandhi’ den El Kaide’ye, Demokrasi’den Cinsel Ayrımcılığa, Mardin Katliamından Vietnam Savaşına, Müzikten Fotoğrafçılığa kadar bu çok yönlülük içinde Zülal Kalkandelen’i besleyen nedir?


Beni besleyen en temel şey, merak tabii ki. Yaşadığım dünyaya olan merakım çok farklı alanlara ilgi duymama neden oluyor. Kanımca, gazetecilik açısından da şarttır bu.. Bir insanın çevresinde olan bitene ilgi duymadan, sadece kendisine odaklanarak gazetecilik yapması, bana göre olanaklı değildir.O nedenle, yazılarım hep yaşadığım toplumla ve dünyadaki olaylarla ilgili. Son yıllarda ülkemizde de giderek daha fazla örneklerini gördüğümüz bir gazetecilik türü var. Kimileri, kendi özel hayatını yazı konusu yapıp, kendisini haber haline getiriyor. Gonzo gazetecilik diyorlar buna... Bir yazı türü olabilir ama benim gazetecilikten anladığım bu değil.Çünkü ben gazeteciliği bir kamu hizmeti olarak görüyorum. Mesleğe böyle yaklaşınca da, beni en çok besleyen unsur, “adalet duygusu” oluyor. Özellikle ilgi duyduğum iki alan var: Politika ve müzik. Lisans eğitimim gazetecilik alanında, ama yüksek lisansımı siyaset bilimi dalında yaptım.Politika ile hep ilgiliydim. Yaşamımızın her aşamasını doğrudan etkiliyor politika. Nasıl ilgilenmeyeceksiniz ki? Müzik ise, bana göre dünyayı yaşanılır kılan en önemli, en güzel şey. Fotoğrafla da ilgileniyorum ama o bir hobi sadece...




Sizin için New York’u New York yapan semtler nereleridir, neden?



Sizin için New York’u New York yapan semtler nereleridir, neden?
Benim için New York’u New York yapan semtlerin başında East ve West Village gelir. Orada yaşarken en çok zaman geçirdiğim semtler bu ikisiydi. Kentin bohem kültürü buralarda daha çok hissedilir. Diğer yerlere göre buradaki binalar, çok daha eski ve kısadır; ama bana göre mimari açıdan daha ilginçtir. Herkesin aklına New York denince, gökdelenler gelir; oysa bence barları, vegan restoranları, ikinci el CD ve plak satan dükkanları, kitapçıları ve sanat galerileriyle, ayrı bir kimliği vardır bu bölgenin. New York Üniversitesi, New School gibi saygın eğitim kurumlarının kampüsleri de aynı yerdedir ve bu nedenle bir gençlik merkezidir. Ayrıca çok güzel iki park vardır bu bölgede. Birisi, East Village’deki Tompkins Square Park; diğeri de West Village’deki Washington Square Park. Her ikisi de kentteki çok kültürlülüğün bütün unsurlarını barındırır. Üniversiteliler de vardır o parklarda, evsizler de... Gözlem yapmak ve zaman geçirmek için ideal yerlerdir. Tabii parklardan söz edince Central Park’tan söz etmemek olmaz. Bir şehircilik mucizesidir bu park. New York gibi her şeyin paraya dönüştürüldüğü bir kentte, böylesine büyük ve değerli bir alanın yapılaşmaya kapatılıp park olarak kullanılması, imrenilecek bir olay...
New York’u benim için özel kılan en önemli yer ise, 42. Sokak’taki New York Halk Kütüphanesi. Orada öyle çok zaman geçirdim ki, benim için adeta bir sığınak halini aldı... Yazın serin, kışın sıcak, içi kitapla dolu sessiz bir mabet gibi... İnsan başka ne ister ki?




2.sınıf vatandaş konumunda kadınlar, ayrımcılık ve şeriat… 21. yüzyılda bile kadın, erkek egemen toplumlarda bir gölge olarak varlığını devam ettiriyor. Dünya Kadın Hakları mücadelesi için neler yapılmalı, çözüm nerede aranmalı?




Çözüm eğitimde... Kadının kendi haklarına sahip çıkar hale gelmesi için önce eğitim şart. Kız çocuklarının eğitimi mutlaka sağlanmalı; çünkü bir insanın başkalarına bağımlı olmaktan kurtulması için ekonomik özgürlüğü olmalı. Bunun mümkün olabilmesi, yani bir kadının işe girip kendisine bakacak parayı kazanabilmesi için, eğitim görmesi zorunludur. Bununla birlikte, aynı anda da tüm toplumda kadınların eşitliği yönünde kapsamlı kampanyalar yapılmalı.Eski kuşaklardan yeni kuşaklara aktarılan eşitliksizci, çağdışı anlayışların kökeni, ancak bu şekilde uzun dönemli kampanyalarla kurutulabilir. Tabii devlet ile sivil toplum örgütlerinin el ele vererek etkili olabilecekleri bir sorun bu... Kırsal alandaki kanaat önderleri ile işbirliği yapılarak, halkın bilinçlendirilmesi sağlanmalı.Ayrıca bugün hala varlığını koruyan bazı yasalarda kadınlar lehine yeni düzenlemeler yapılması gerek. Kadınların ülkemizde içinde bulunduğu durumun düzeltilmesi için, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, kadınlar lehine pozitif ayrımcılık yapılmalı, kadınların iş hayatına daha fazla katılımı desteklenmeli.




Oradan buraya baktığınızda gözünüze ve yüreğinize neler takıldı?


Orada yaşarken Türkiye’ye bakınca, sahip olduğumuz değerlerin daha belirgin hale geldiğini söyleyebilirim. Türkiye, kültürüyle, tarihiyle, dünyadaki yeriyle çok önemli bir ülke. Tarihte örneği olmayan bir devrimi, Atatürk Devrimi’ni başarmış bir ülke. Bütün Müslüman coğrafyasındaki tek laik demokrasi! Bunun değeri çok iyi bilinmeli ve gençlik buna sahip çıkmalı. Cumhuriyet’in ilanından bu yana girilen çağdaşlaşma yolunda çok önemli adımlar atıldı, ama elbette daha düzeltilmesi gereken çok şey var ülkede...Bunun yanı sıra, Türkiye dışardan bakınca, kendi içinde müthiş çelişkileri de barındıran bir ülke olarak görünüyor. Çok etkileyici bir kültürel geçmişin bulunduğu bu topraklarda, bugün bu kadar az okunuyor oluşu, kütüphane ve müze kültürünün gelişmemiş oluşu, bilimsel çalışmalarda geride kalışımız, doğrusu üzüntü verici...






Yeni bir roman projeniz var mı?


İlk romanımdan sonra yazmaya başladığım bir projem var. Ama henüz olgunlaştığını söyleyemem.




Son zamanlarda “Roll battı!”, “Roll kapanıyor!” diye bir panik oldu. Sonradan ise bu iddiaların asılsız olduğu ortaya çıktı. Bu konuya ilişkin düşünceleriniz neler?


Roll’u uzun yıllardır hazırlayan yayın yönetmeninin İstanbul’dan Ayvalık’a taşındığını ve dergiyi artık üç ayda bir, daha geniş kapsamla yayınlamayı planladığını biliyorum. Müziğe tutkun bir ekibin, tamamen gönüllülük esasında çalışarak, büyük bir özveriyle çıkardığı bir dergi Roll.Kaliteli içeriğiyle, ülkemizdeki müzik kültürüne çok önemli katkıları oldu. Böylesine ticari bir sektörde, bunca yıldır bağımsızlığını koruyarak varlığını sürdürmesi, gerçek bir mucizedir. Çok zor, belki de imkansız bir iş başarılmıştır. Sona ermesi, ciddi bir kayıp olur. Ben devam edeceğini, bir şekilde yaşayacağını düşünüyorum.


UNİVERS  /  SAYI 17

24 Haziran 2010 Perşembe

DOCUMENTARIST - İstanbul Belgesel Günleri


35 ülkeden 120'yi aşkın film, 27 Haziran 2010'da kapsamlı bir programla ve zengin bir yan etkinlik programıyla birlikte üçüncü kez DOCUMENTARIST - İstanbul Belgesel Günleri adı altında seyircisi karşısına çıkıyor, hem de sadece 4 TL karşılığında. 
Son dönemde dünya festivallerinde ödüller kazanmış bir çok önemli belgesel ilk kez İstanbul'a uğrayacak belgesel dünyasından önemli konukların ağırlanacağı bu önemli festivalde yerini almak için gün sayıyor. Serge Avedikian,bu senenin önemli isimleri arasında yer alırken Johan  van der Keuken Documentarist İstanbul Belgesel Günleri, Şehir Filmleri Seçkisi: "Kent ve Sinema" adı altında Keuken, 25 Haziran günü saatler 15:00' ı gösterdiğinde  yaşadığı kente Akbank Sanat' tan bakacak." Hiroşima 1914-2007... Bir kentin ve bir binanın uzun soluklu hikayesi..."  4 saatlik destansı anlatımı ile, yüzyıllardır dünyayla sıkı bağları bulunan, öte yandan bir köy yaşamının çekiciliğini de korumayı başaran bu kentin ruhuna nasıl nüfuz edilişini anlatacak.

Hızla büyüyen İstanbul'un  kanı kaynayan sinema etkinliklerinden DOCUMENTARIST, özel olarak kameraların birer göz olduğu Balkanlar, Polonya ve İsviçre' den örneklerin yanı sıra bu yıl ABD'den Lübnan'a, İsviçre'den Hindistan'a, Arjantin'den İzlanda'ya, İran'dan Kore'ye, Danimarka'dan Fransa'ya 35 ülkeden 120'den fazla filmin oluşturduğu geniş bir programla bizlere merhaba, diyecek. 

Hanasaari A' nın iki genç yönetmeni H. Vartianien ve  P. Veikkolainen Helsinki'nin geçirdiği değişime dair deneysel bir belgeselci bakış açısıyla kentin yakınlarında yer alan bir elektrik santralinin yıkımından müthiş bir görsel şiir çıkarmayı başarıyor.27 Haziran 15:00'da görülebilecek Şehir Filmleri Seçkisi: "Kent ve Sinema" konseptli bu belgesele yine Akbank Sanat ev sahipliği yapacak.







Finlandiya sinemasının en önemli isimlerinden Peter von Bagh'ı, Şangay'ı mercek altına alan Nanna Frank Moller'ı ve sessiz sinema döneminin eskimeyen baş yapıtlarından biri olan "Şehir senfonileri" ile  alt türünün bu nadide örneğini vermiş, yüzyılın ilk çeyreğindeki haliyle, Berlin kentinin bir gününü özetleyen Walter Ruttman'ı konuk ediyor DOCUMENTARIST.

Festivalin bu seneki tematik bölümleri ise izleyicisini düşündürür nitelikte. Dünyanın doğal kaynaklarının tükenişine dair filmlerin yer aldığı Kapitalizm Çıkmazı, sinemacıların kent yaşamına özellikle de metropollere bakışını yansıtan Kent ve Sinema, dünyanın en sorunlu bölgesinin kangren olmuş sorunlarına odaklanan Ortadoğu'nun Fay Hattı: Filistin-İsrail, sırf kadın olmaktan kaynaklanan sorunların irdelendiği Kadınlık Halleri gibi başlıkları ve devamındaki 120 filmlik alt metiniyle seyircisini tam 12' den vuracağa benziyor,vurmalı da hatta!

Kent yaşamına ve sorunlarına dair filmlerin yer aldığı Kent ve Sinema başlıklı seçkide, Mumbay, Kahire, Şangay ve Bogota üzerine gerçekleştirilmiş dört belgeselden oluşan Danimarka yapımı 'Citites on Speed' serisi gibi yeni yapımların yanısıra, Jean Vigo, Krzysztof Kieslowski, Alain Resnais, Walter RuttmanJohan van der Keuken gibi ustaların gölgede kalmış yapıtları da bulunuyor. Walter Ruttman’ın 1927 tarihli başyapıtı “Berlin, Bir Şehir Senfonisi” (Berlin: Die Sinfonie der Großstadt, 1927), Krzysztof Kieslowski’nin erken dönem filmlerinden “Lodz Kentinden” (Z miasta Lodzi, 1968), Jean Vigo'nun ilk filmi “Nice Hakkında” (A propos de Nice, 1930), Alais Resnais ve Robert Hessens'in “Guernica” (1950) ile Johan van der Keuken’in destansı filmi “Amsterdam Küresel Köyü” (Amsterdam Global Village, 1996) adlı yapıtları seçkideki klasikler arasında.

Ayrıca Türkiye’de ilk kez DOCUMENTARIST kapsamında gösterilecek, kısa bir süre önce İstanbul Film Festivali'nde ilk kurmaca filmini izlediğimiz belgeselci Michael Glawogger'ın 1998 tarihli “Megakentler(Megacities) adlı ünlü yapıtı Bölümün en ilginç sürprizlerinden biri.

DOCUMENTARIST bu sene ilk kez, belgesel alanında bir ödüle de imza atıyor. Yeni kuşak belgeselcileri teşvik etmek amacıyla Hollanda Başkonsolosluğu'nun parasal desteğiyle verilen 1000 Euro'luk Documentarist Yeni Yetenek Ödülü, Türkiye'den festivalde filmi gösterilen ilk, ikinci veya üçüncü filmiyle katılan belgeselcilerden birine verilecek.

.

16 Haziran 2010 Çarşamba

IŞIK ÜNİVERSİTESİ / YAKLAŞAN 3 ÖNEMLİ ETKİNLİK





Ulusal ve uluslararası düzeyde kendini kanıtlamış öğretim elemanı kadrosu ve bu kadronun önderliğinde sunduğu nitelikli sanat eğitimiyle eşdeğer kurumlar arasında kısa sürede üst çizgiye ulaşan Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, geride bıraktığı 3 yıl gibi kısa geçmişe rağmen ilk mezunlarını 2010-2011 öğretim yılı bahar döneminde veriyor. Endüstri Ürünleri Tasarımı, Görsel Sanatlar (Resim, Heykel, Seramik, Multimedia, Baskıresim), Grafik Sanatlar ve Grafik Tasarım, İç Mimarlık, Moda ve Tekstil Tasarımı olmak üzere beş lisans programı dışında da  Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde açılan ‘Sanat Kuramı ve Eleştiri' Yüksek Lisans Programı altında sanat ve tasarım eğitimleri veren Işık Üniveristesi Güzel Sanatlar Fakültesi şimdilerde 3 güzel etkinlik ile karşımıza çıkıyor.




Açılışını FMV Işık Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ekrem Ekinci ve FMV Işık Üniversitesi GSF Dekan Vekili Prof. Dr. Ahmet Öner Gezgin tarafından 14 Haziran Pazartesi günü saat 18.30'da yapılan 2009-2010 Öğrenci Sergisi Ustalar ve Çıraklar Sergisi 2de Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin desen, iki ve üç boyutlu tasarım, temel fotografi, teknik çizim ve perspektif gibi derslere yönelik gelişim süreçlerini işaret eden çalışmalarının sergilenecek. Ayrıca sergide öğrencilerin yanı sıra Ahmet Öner Gezgin, Maria Sezer, Hasip Pektaş, Beril Anılanmert, Mustafa Pilevneli ve Seyyid Bozdoğan'ın da eserleri de görülebilecek.  Siz deGaleri Işık Teşvikiye' de gerçekleşecek olan  Işık Üniversitesi GSF akademisyenleri ve öğrencilerinin yıl boyu sürdürdüğü çalışmalara dair resim, heykel, seramik ve baskıresim gibi farklı dalların eserlerinden oluşan sergiyi gezip, görmek istiyorsanız 17 Ağustos 2010 tarihine kadar sergiyi  ziyaret edilebilirsiniz.




Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi' ndeki bir diğer güzel etkinlik ise 2009-2010 Öğrenci Sergisi.FMV Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi (GSF), öğrencilerinin yıl boyunca eğitimleri içinde ürettikleri çalışmaları Galeri Işık İstanbul'da tüm kamuoyunun beğenisine sunuyor. 8 Ağustos 2010 tarihine kadar ziyaret edilebilecek " BİZ YAPTIK" başlıklı sergide, Endüstri Ürünleri Tasarımı, Görsel Sanatlar (Resim, Heykel, Seramik, Baskıresim), Grafik Sanatlar ve Grafik Tasarım, İç Mimarlık, Moda ve Tekstil Tasarımı bölümlerinde 1.,2. ve 3. sınıfta okumakta olan tüm öğrencilerin çalışmalarından örnekler yer alıyor. Her gün 10.00-19.00 saatleri arasında izlenebilen sergi, Galeri Işık İstanbul' da.




33. FISAE Uluslararası Ekslibris Kongresi ve Uluslararası Ekslibris Yarışması Işık Ünivrsitesi' nin bir diğer etkinliği. Feyziye Mektepleri Vakfı, Işık Üniversitesi ve İstanbul Ekslibris Derneği’nin organize ettiği 33. FISAE Uluslararası Ekslibris Kongresi ve Uluslararası Ekslibris Yarışmasının amacını amacı, Türkiye'nin ekslibris sanatında geldiği noktayı uluslararası platforma taşımak, ekslibris yoluyla ülkemizi, kültür ve sanatımızı yurt dışına tanıtmak, dünya ülkeleri arasında bir kültür köprüsü yaratmak, ekslibris sanatının yaygınlaşmasını sağlamak ve yaratıcılarını teşvik etmesini amaçlayan Işık Üniversitesi kongrede  40'a yakın ülkenin ekslibris sanatçıları ve koleksiyoncuları bir araya gelerek ekslibris değiş tokuşu yaparak, 25 - 29 Ağustos 2010 tarihlerinde Güzel Sanatlar Fakültesi’nde gerçekleşecek olan yarışma sergisi yanında dört önemli ekslibris koleksiyonunu da görme fırsatı sunuyor. Ayrıca detaylı bilgiler için www.istanbulekslibris.org sitesini ziyaret edebilir.

15 Haziran 2010 Salı

Yasemin ÖZERİ "sade-ce tasarım"


Yetenekli bir moda tasarımıcısı Yasemin Özeri."Görünmez Kentte Karnaval" konseptli tasarımıyla EİB  Moda Tasarım Yarışmasında 2. olan Özeri ile tasarımın geniş yelpazesinden kişiye özel tasarımlara, shop in shop tarzından "Köksüzlük" konseptine kadar
"sade-ce tasarım" adına her şey hakkında bir konuşma...




Tasarımda zamansızlığı yakalamak cok önemli, diyor Yasemin Özeri."Önemli olan bir konseptinizin olması."Tasarımcı seri üretime destek vermelidir." fikrini destekleyen Özeri, Eğer tasarımda sorduğunuz sorunun cevabı yok ise; onu tasarımdan atmalısınız, diyerek, Bazen tasarımda koyduğunuz şey kadar koymadıklarınız da önemli, cümlesini destekliyor. Ardından

Yasemin Özeri tasarımları naif, sade ve lif gibi doğasına ait. Peki kimdir Yasemin Özeri? Bize kendi dünyanızdan bahsedebilir misiniz?, diye soruyorum Özeri' ye.

   Yasemin Özeri bir tasarımcıdır, diyor.

      "Herkes kendi hikayesini kendisi yazabilir ama asla insanlara bir hikaye sunmadım. Tasarımını çok beğendiğim bir kıyafetin içinde yazılar ile o kıyafeti anlatan bir kağıt gördüm. Şunu söylemek istiyorum:Bu yaklaşımlar sahte! Yazılar yazarak, şiirler ile süsleyerek tsarımı birisine aitmiş gibi yapmak çok sahte bir yaklaşım. Sizin tasarım yaparken vermeniz gereken çaba, yaptığınız kıyafeti bu tarz yöntemler ile kişileştirmek yerine evrenselleştirmeyi savunuyorum. Tasarladığınız bu kıyafeti dünyanın bir ucundaki insanda giyebilmeli ve insan kendi kullanım biçimiyle sizi tasarladığınız bir kıyafeti kişiselleştirmeli."

 Art.i.choke' un kurucusu ve tasarımcısı Öykü Thurston Zushi ile birlikte Türkiye' de alışık olmadığımız Shop in Shop konseptli bir tasarım butiği açma fikri nasıl doğdu? Nedir bu Shop in Shop konsepti?

     Mağazamız bir ana mekan ve 4 odadan oluşmakta. Bu odaların her birinde bir tasarımcı tüm koleksiyonunu sergileyip satışını yapabiliyor. Biz burayı kurguladığımızda tasarımcıların ürün verebileceği fazla bir yer yoktu. Biz istedik ki tasarımcılar çok fazla risk almadan, büyük maddi sıkıntılara girmeden mağaza deneyimi yaşasınlar, insanlara tasarımlarını sunabilsinler ve olan ilgiliyi görsünler. Bizlerde tasarımcı olarak tamamen kendi dertlerimizden yola çıkarak oluşturduk bu konsepti. Tasarımcıların hangi ürünlerini sergileyeceğine karışmıyoruz, sadece görsel düzenlemesini üstleniyoruz, ki bununda satışta çok büyük etkisi oluyor. Ve tüm bunları komisyon almadan yapıyoruz. 


Tasarladığınız ilk koleksiyon için seçtiğiniz kelime “Köksüzlük” idi. Köksüzlük kelimesini mimari bir anlayış ile ele alırsak; bu kelime sizin için modanın neresinde duruyor?

   Bu kelime benim ilk yaptığım moda projesine ait. İlk kez mimari proje dışında birşey yapıyordum ve mimari tasarımda 'yer'e bağımlısınızdır, oysa moda tasarımında yerden bağımsızsınız. Bu beni çok etkilemiş ve bunun üzerine gidip bir proje yapmıştım. 
 İyi bir tasarım aynı zamanda neyi, niçin yaptığını bilmektir, 
diye ekliyor Özeri konuşmasına ve devam ediyor:Sorular sorarak tasarım geliştirilebilir. Eğer tasarımda sorduğumuz sorunun cevabı yok ise onu tasarımdan atmalıyız. Bazen tasarımda koyduğunuz şey kadar ne koymadığınız da çok önemli.İyi bir tasarım dürüst olmalı. Mesela mimari de duvarları tuğla ile örülmüş hissi vermek için o şekilde boyuyorlar ya da alışveiş merkezlerin ortasında yapay palmiyeler...Tasarımınıza binlerce el değecek ve tasarımınıza yoğunluk katmak gerçekten tasarımcı için zor bir şey.



Kişiye özel tasarım mantığına nasıl bakıyorsunuz? Her tasarımın seri üretimi yapılmalı mı sizce?

      Tasarım seri üretim demek. Kişiye özel tasarımda mümkün ancak bir tasarımın sadece bir tane olması o tasarıma değer yüklemez. Benim söylemek istediğim bundan ibaretti. Tasarımın 1 ya da 1000 tane olması onun değerlendirmemiz için bir veri olamaz, iyerek kişiye özel tasarım mantığını açıklayan Özeri, ekliyor.

       "Tasarımını çok beğendiğim bir kıyafetin içinde yazılar ile o kıyafeti anlatan bir kağıt gördüm. Şunu söylemek istiyorum:Bu yaklaşımlar sahte! Yazılar yazarak, şiirler ile süsleyerek tsarımı birisine aitmiş gibi yapmak çok sahte bir yaklaşım. Sizin tasarım yaparken vermeniz gereken çaba, yaptığınız kıyafeti bu tarz yöntemler ile kişileştirmek yerine evrenselleştirmeyi savunuyorum. Tasarladığınız bu kıyafeti dünyanın bir ucundaki insanda giyebilmeli ve insan kendi kullanım biçimiyle sizi tasarladığınız bir kıyafeti kişiselleştirmeli. Mesela kişiye özel tasarımlar... Tasarımcı kişiye özel tasarladığı kyafeti eğer bin tane sipariş alsa bin kişiye de yapar. Kişiye özel yasarımlar ile birilerini hedeflemek değildir tasarım."
Son projeniz “Package Yourself” de , tasarımlarınız kendi süzgecinden geçerek kendi paketimiz haline geliyor . “Package Yourself” üretim sürecinden bahsedebilir misiniz?

      Son projem değil, okuldaki bitirme projemdi.Üretimi gayet keyifli ve yaratıcıydı. Hatta ilk satışımı gerçekleştirdiğim koleksiyonum oldu.