22 Mart 2010 Pazartesi

"İKİ DİL, BİR BAVUL " RÖPORTAJI / ORHAN ESKİSOY

USTALIKLI ANLATIMI İLE “İKİ DİL, BİR BAVUL”




Kameranın bir göz olduğu “İki Dil, Bir Bavul” filminde, kendi öyküsünün dışına taştığı bir hikayenin anlatıcısı Orhan Eskisoy ile Türk Sinemasını nitelik ve niceliğinden tutun, Belgesel- Kurmaca' nın Türkiye' deki yüzüne kadar, Kürt Türk ayrımına gözlemci yaklaşımından tutun “İki Dil Bir Bavul” filminin estetik yönüne kadar ve birçok konu üstüne derinlemesine bir sohbet gerçekleştirdik. Populer sinemanın şahlanışı bu kadar destek görmeseydi, “İki Dil, Bir Bavul” çekimleri ve vizyona girmesi bu kadar sancılı olmazdı. Siz de iyileri alkışlamak istiyorsanız, işe satırları okuyarak başlayabilirsiniz...


Seray ÖZBİÇER: Gözlemci belgesel film Türkiye sinmasında görmeye alışık olmadığımız bir tür. Alışık olmadığımız yerli belgesel türünde film yapma kararı nasıl gelişti, kısaca bahsedebilir misiniz?


Orhan Eskisoy
: Ülkemizde sinema için yapılan belgesel geleneğinin olduğunu söylemek zor. Dünya sinemasında genellikle televizyon için belgeseller yapılıyor. Bu durumda sinema endüstrisi için belgeseli sıkıştırdığı bir alan diyebiliriz. Genellikle “Konuşan Kafalar” denilen, röportaja dayalı ve içinde hikayenin olmadığı filmler yapılıyor. Bence gözlemci belgesel yapmanın en önemli yanı içinde hikaye anlatma dürtüsünün olması. Benimde belgesel ile tanıştığım 2000' li yıllarda ilk gördüğüm örnekler hep “Konuşan Kafalar” idi. İlk yaptığım filmde röportajlara dayalı, bu tarzdaydı fakat içimde hikaye anlatma dürtüsü hep vardı. Teknik anlamdaki kurgudan bahsetmiyorum ama kurguyu hikayelerimizde kullanmaya çalıştık ve davet aldığım çeşitli yurtdışı festivallerine gittim. Orada bambaşka türde filmler ile karşılaştım ve madem hikaye anlatmak istiyorum, dedim bir tarafa doğru gitmem lazım, diye düşündüm.6. Kısa belgesel filmimde ise gözlemci belgesel nasıl yapabilirim'i denedim. Asıl niyetim sinema yapmak olduğu için bundan çok daha büyük bir keyif aldım diyebilirim. Birilerini oturtup konuşturarak, bir fikri dikte etmek yerine hikaye anlatarak filmin duygu ve anlam kazanması asıl niyetimdi ve kurmaca belgesel ile başarıyı yakalamak istedim. Ben sinema eğitimi almadım. İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler mezunuyum fakat deneyerek, gözlemleyerek bu noktaya kadar geldim. Önce fotoğrafçılık ile başladım aslında. Fotoğrafçılıktan hikaye anlatma ile ilgili gerekli doyumu alamayınca sinema ile ilgilenmeye başladım ve buradayım.



“ İki Dil Bir Bavul” filmi ile sesi duyulamayanlara kulak vermek için iyi bir örnek yarattınız. Geniş kitle sineması yapan biri olarak film yapım, gösterim aşamasında en çok sıkıntı çektiğiniz noktalar nelerdir?


Film çekmenin finansman açısından çok büyük zorlukları var fakat daha da önemlisi en büyük meseleniz filminizi nasıl göstereceğiniz . Mesela biz “İki Dil, Bir Bavul” filmini bitirdikten sonra filmimizi belgesel olarak değil de kurmaca
olarak tanıttık.Bu bir pazarlama stratejisiydi. Neden?, diye soracak olursanız, belgesellerin sinemada gösterilme şansı çok az. Ben bir belgesel çektim, dediğiniz zaman dağıtımcısından sektörün içindekilere kadar kimse sizin filminiz ile ilgilenmiyor. Ne zaman ki “İki Dil, Bir Bavul” Adana “Altın Koza” da

“Yılmaz Güney” ödülü
ne layık görüldü, o noktada dağıtımcılar, sektörün mensupları filmimiz ile ilgilenmeye başladı. Aynı zamanda da filmimizin türü belgesel olduğu için ve bu ödüle layık görüldüğü için hem belgesel hem de kurmaca dalında yarışıyor, Adaletsizlik, gibi eleştirilerede maruz kaldık. Fakat filmimizi geniş kitlelere ulaştırabilmek için bunları aşmamamız gerekiyordu. Türkiye sinemasında göremeyeceğimiz 90.000 izleyici rakamına ulaştık Bunun olması için tabi özel ilşkilerimizi kullandık, sendikalara gittik. Yakın çevremizin desteğiyle ucuz bütçeli reklam kanallarını kullanarak daha fazla seyirciye ulaşmaya çalıştık. Başa sarmam gerekirse filmi çekerken, “İki Dil Bir Bavul” un bütçesi 200.000 euro idi. Fakat film çekim başlangıç aşamasında henüz bir bütçemiz yoktu çünkü kimse bizim böyle bir film yapabileceğimize inanmıyordu. Kendimize ait bir miktar para ve 5.000 euro borç ile filmin çekimlerin başladık ve filmi çektikçe ortaya çıkan görüntüleri kullanarak bir takım küçük paralar bulmaya başladık. Daha da önceye sarmam gerekirse “İki Dil Bir Bavul” u çekmek için, ben üniversitedeki işimi bırakmak zorunda kaldım.Riskliydi fakat bu riski almam gerekiyordu.



Film prolog bölümünde bir metin ile başlıyor ve film de Nuri Bilge Ceylan' ın “Kas
aba” filmine ve Zeki Demirkubuz' un “ Kapanmayan Kapılar” ına göndermeler ile karşılaşıyoruz. Filminizi estetik yönden nasıl yorumluyorsunuz?



Ben bir sinema eğitimi almadım. Film izleyerek, gözlemleyerek, film yapma aşamasında Nasıl Film Yapılır?, yöntemini kullandım.Dünya sinemasından örnekleri seyretmek ile Türkiye toplumu ile ilgili ya da Türkiye' de yaşayan bireyler ile ilgili film yapan insanlara bakmak arasında bir fark var. Tabi Nuri Bilge Ceylan' dan ya da Zeki Demirkubuz' dan etkilenmedim, demek yanlış olur. Eksik olur.İlk seneryo yazma deneyimimi Nuri Bilge Ceylan'ın “Mayıs Sıkıntısı” nın çıktığı döneme denk gelir. Nasıl hikaye kurmuş, a dikkat ederek başladım. Çünkü basılı senaryo çok azdı o dönem için.

İşi mutfağından öğrenmek aslında, diyerek araya giriyorum.

İşi mutfağında öğrenmek için sette olmak gerek. Müzisyende olsan, fotoğrafçıda olsan, sinemacıda olsan ister istemez senden öncekilerden etkilenirsin. Onların yaptıkları işlere bakar, fotoğrafını inceler, müziğini dinler ya da yapığı filmleri takip edersin, diyor Orhan Eskisoy tüm samimiyetiyle ve devam ediyor:

İtiraf etmeliyim ki, “İki Dil, Bir Bavul” filminde doğrudan gerçeklik ile temas ettiğimiz için doğrudan gönderme yapalım, dediğimiz hiçbir şey yok,, kapanan kapılar da dahil. Mesela filmde gördüğümüz çocuk kapıyı o şekilde kapatmıyor olsa öyle bir sahneyi filmime koyamazdım. Aslında bir yönetmen olarak, oyuncuma Kapıyı şöyle kapat ya da böyle kapansın, demediğim için bunu bir gönderme olarak kabul etmemek lazım. Kendini ispat etmiş insanların yaptığı işlere tabiki benzetmeler olacak, bu da güzel bir şey. İnsanın hoşuna gidiyor.


Türkçeyi bilinçli olarak kullanamayan öğrencilerin “Ne mutlu Türküm“ diyebilmesi ya da Abc yazılı önlük yakaları izleyici üzerinde duygusal bir etkinin yanında uyarıcı bir etki de bırakıyor. Peki belgesel bir film ile Türkiye' nin çıplak gerçeklerini anlatmak sizce filmin başarısını nasıl etkiledi?Başka bir senaryo ile yola çıksaydınız, filminiz bu kadar başarılı olur muydu?



Şuan da insanlar yaşadıkları ülkeyi ya da toplumun durumunu nereden öğreniyorlar?.Televizyonlardan, gazetelerden ya da dizilirden...Bunların hepsinin kurmaca değerinin olduğuna inanıyorum. Haber denilen olguda bir kurmaca metin aslında. Bir olay ile ilgili birbirinden farklı 8 ayrı kanal aslında 8 tane ayrı haber yapabiliyor. Bu haberleri peş peşe seyrettiğiniz zaman habere bakış açısı asla birbirini tutmuyor. Türkiye toplumunun temel sorunu saf gerçeklikle yüzyüze gelmek istememesi diye düşünüyorum. Her sene, kış aylarında şöyle bir haber çıkar: Hakkari' nin Şemdinli ilçesinde çocuklar çıplak ayaklarla okullarına 2 kilometre yürüyerek gitmek zorunda kaldı.

Bu haber onların Kürt olması, Türkçe bilip bilmemesiyle hiç ilgilenmez. Bu durum o koşullarda yaşamayan insanlar için her zaman ilk önce acıma duygusu geliştirir. Bu acıma duygusu, onlar okul talep ettiklerinde ya da ben kendi dilimde eğitim görmek istiyorum, diye talepte bulundukları zaman bu acıma duygusu şiddete dönüşür. Biz Türkiye' de bir Kürt sorunu olduğunu kabul eden ve bu sorunun çözülmesi gerektiğini düşünen insanlarız. Dolayısıyla Türkiye toplumunun daha önce görmediği, görse de empoze edilenler yüzünden hep kaçtığı gerçeklik ile onları karşılaştırmak istedik. “İki Dil, Bir Bavul” bir kurmaca film olarak seyirci karşısına çıksa idi; ticari oalrak çok daha başarılı olabilir, çok daha ses getirebilirdi belki. Fakat mesele bu değil, mesele içi boşalan bir kavram olan empatinin olduğunu göstermek. Empati kurulmasının yolunu göstermek için bu filmi yaptık. Dolayısıyla bu film kurmaca bir film olsa idi insanlar bu filmden ve onun anlattığı gerçeklikten kaçabilirdi. Biz insanların kaçamayacağı ama acıma duygusundan önce vicdanlarına dokunacak bir film yapmak istedik ve bu film ancak bu yöntem ile yapılabilirdi.
Aslında önyargıyı yıkmanın bir yolu, diye giriyorum araya. Hak verir gibi kafasını sallıyor Eskisoy ve ekliyor:

Evet, onu da yıkmanın bir başka yöntemidir kurmaca belgesel.Bu hikayenin bir başka şekilde anlatılabilineceğine inanmıyorum.Kurmaca metinde seyirciye gerçek olana inanmama hakkı doğar... ...ama siz çıplak gerçeği en çıplak haliyle seyirci karşısına çıkardınız, diye devam ediyorum Eskisoy'un cümlesine ve soruyorum: Çağan Irmak' ı ele alırsak, Çağan Irmak bir filminde Ege' de, Ege' li bir ailenin dramını ele aldı. Siz de Ege' li bir ailenin ilkokul çağındaki bir çocuğun okuma yazma öğrenmesini konu alsaydınız, filminiz şimdiki sesine, şimdiki başarısına sahip olabilir miydi?


“İki Dil, Bir Bavul” filminin asıl derdi Türkler ile Kürtler arasındaki ilişkiye dair bir hikaye anlatmak. Ege' deki, Karadeniz' deki çocuklar ile ya da öğretmenler ile bir film yapmak değildi. Türkiye' de 12 ila 15 milyon arasında Kürt nüfus var. Bu rakam 20 sene öncesinde tahmini sayılabilen rakamlar...Bu ülkenin refahı ile ilgili ya da refah seviyesi ile ilgili bir problem var ve bu probelmin başlangıç noktasının bu sınıf olması bu hikaye için önemli bir nokta.



Uzun yıllardır Türkiye Cumhüriyeti Devleti' nin terör ile mücadeleye yaptığı yatırımları Türk eğitimine ve öğretmenlerine yapsaydı filminizde de anlatığınız sorunlar şu an hangi nokta da olurdu?


Bu aslında bizim ülkemize özgü bir problem değil. 1789 yılında Fransız devrimi gerçekleştiğinde Fransız' ların yarısı Fransızca konusamıyordu. Fransa' nın kuzeybatısında, genişçe bir yarımada olan Brötanya yarımadası vardır. Fransızlar 200 yıılık zaman dilimi içerisinde Brötonları asimile ettiler ve artık onlar Benim dedemin dedesi Brötonca konuşurdu, diyor.

Asimile etmek doğru mu sizce?, diye soruyorum hemen.

Asimile etmek doğru çünkü ulus devlet denilen olgu, farklılıklardan çok birbirine benzer unsurlar üzerine kurulmalı.Yani 1789 yılında Biz Fransız devleti kuruyoruz, dediğimiz zaman bu şu anlama geliyor: Burada yaşayanlar Fransızca konuşacaklar ve kendilerini Fransız olarak tanımlayacaklar.

Asimilasyon ulus devletin olmazsa olmaz yöntemi aslında. Kurtuluş savaşı niçin verildi? Fransızlar ülkenin güneyi, İngilizler boğazın kontrolünü ele geçirmişlerdi. Türkler kendilerini Türk olarak tanımlamaya devam edebilmek için bu savaş gerçekleşti. Fransızlar, İngilizler bizi birşeylere zorluyorlardı ve biz bu zorbalıktan kaçmak için Kurtuluş Savaşı' nı verdik. Kendi ulus devletimizi yaratmaya çalıştık.Bu süreçte kendini farklı olarak tanımlayanları da siz Türkçe öğreniceksiniz, müslüman olmayanlara da Müslüman olucaksınız, dedik. Dolayısıyla ulus devletin çalışmama olasılığıda vardır ve bizim ülkemizde ulus devlet miti iş görmüyor. Bir savaş ekonomisi var. Bu savaş ekonomisine yatırılan parayı direk asimilasyona da yatırabilirdik. Bunu yaptık bir ölçü de fakat sağlıklı yapamadık. Ortaya çıkan sonuç, ulus devletini tekrar tanımlamak gerektiğidir. Burası Türkiye Cumhuriyeti Devletidir ama bu devletin sınırları içinde farklı etnik kimlikler beraber yaşayabilirler. Bunun içinde konuşmaya başlamamız, birbirimizi anlamaya başlamamız lazım. “İki Dil, Bir Bavul” filminde de biz aslında bunu anlatmaya çalışıyoruz. Öğretmen ve öğrenciler birbirlerini anlamıyorlar. Aslında Türkler ve Kürtler de birbirini anlamıyor. Birbirimizin varlığını kabul etmeyerek huzuru bozuyoruz.Çok yakın bir zamanda bir Ermeni gazeteci öldürüldü, Hrant Dink. Bir Ermeni bu ülkede nasıl yaşayacak,? diye düşünmek lazım.
Bile bile, göz göre göre öldürüldü aslında, diye eklemeden edemiyorum Eskisoy' un cümlesine.

Bile bile öldürüldü tabi, diyor ve ekliyor:

Bile bile yapıyoruz aslında biz bunları.Bu zamana kadar yapılan açılımların içlerinin boş olduğunu düşünüyorum. Evet, Romanlar ya da Aleviler ya da Kürtler sıkıntı içinde yaşıyorlar. Ben onlar için bir formül bulayım, demek inandırıcı gelmiyor bana. Kim ile tartıştın bunu, kimi muhattap aldın, nasıl bir araştırma yaptın, onların sorunlarını ne kadar iyi biliyorsun?



Vicdan Filmleri hakkında ne düşünorsunuz? Türkiye' de yapışan kısa filmi ne kadar başarılı buluyorsunuz?




Vicdan Filmleri Hrant Dink Vakfına ait bir proje. Bence kısa filmin başarılı olmasından, çıkan işin teknik olarak kalitesi ya da film olarak bakıldığında filmin kalitesinden çok , vicdan denilen olgunun ne olduğunun altının çizilebilmesi daha önemli. Herkes ayrıcalık istiyor, İzmir' de durum nedir?, bilmiyorum ama gittiğim çoğu ilde gözlemlediğim kadarıyla herkesin bir beklenti içinde bulunması. Bu aslında vicdanlarımızın çok derinlerde olmadığını gösteriyor. Bir adam öldürüldüğünde etnik kimliğinden önce Bir adam öldürüldü, diye üzülmek...Haketmiştir, demek çok büyük bir vicdansızlıktır. Hrant Dink Vakfının yapamaya çalıştığı şey, kaybettiğimiz birşeyi hatırlatmak aslında. Vicdan denen olguyu bir hatırlayalım. Kendini daha zengin hisseden birilerinin, kullanmadığı eşyaları muhtaç olan insanlara göndermesi benim çok canımı yakıyor mesela. Vicdan denilen olgu önce şunu sorar: Benim var, onun niye yok? Yardımlaşma duygusunun ön plana çıkarılması,bu durumdan nemalanmaya çalışan insanlar...

Sinema filmi yapmak, bir kitap yazmak ya da bir bina dikmek arasında çok bir fark yok. Kendimizden önce dışımızdaki çoğunluk ile ilgili düşünmeye başlamak lazım.Kendi kafamızın içinde paranoyalarımız var. 21 yaşındaki bir öğretmen ile ilkokul çocuğunun birbirini anlamaması üzerine bir film yapmak istedik. Bu problemi çözmek için bir sürü yol bulunabilir. Fakat bizim buna niyetimiz var mı, önemli olan nokta budur.



Bir oğulun babasını arayış öyküsü ile yine seyirci karşısına çıkacaksınız. Fikir nasıl çıktı, üzerinde çalıştığınız poje hakkında kısaca bahsedebilir misiniz?




Projenin adı, "Babamın Sesi". Proje finansman aşamasında, senaryo bitti.”İki Dil, Bir Bavul” fimini çekerken, Diyarbakır' da kaldığımız bir arkadaşımızın babasıyla ilgili belgesel yapma fikrinden doğan bir proje “Babamın Sesi”. 1979 yılında Maraş' ta Türkler ve Aleviler arasında çıkan yaklaşık 110 kişinin öldüğü çatışmalarda babası gibi bir çok insanın şehirden göç etmesine sebep oldu bu olaylar ve ona kalan bir takım ses kasetleri vardı. Şehirde iş bulamayan, Arabistan' a giden bir babanın, hayatlarına dahil olamadığı çocukları için çölün ortasında verdiği ekmek kavgasını konu alıyor. Türkiye' ye döner dönmez de ölüyor bu adam. Bizim başımıza gelen şeyler tarihimiz ile ilgili.Birbirimizin arasındaki problemler vardı, yeni değiller. Bunlar bize unutturuldu, unuttuk. Biz onları hatırlamaya ve hatırlatmaya ve onların içinden hikayeler anlatmaya çalışıyoruz. Filmde yer alacak kişiler o ailenin fertleri, kasetler onlara ait. Yine belgeselde stilde yapılmış bir kurmaca film olucak “Babamın Sesi”.Tamamiyle gerçek bir hikaye...

Photograph by Deniz DİNİZ

6 Mart 2010 Cumartesi

WIRGINIA WOLF / 'A ROOM OF ONE'S OWN' ( KENDİNE AİT BİR ODA )


Konuşan bir yazar hayal edin! 1915' ten beri 'The Voyage Out'( Dışa Yolculuk) ile başlayan bir konuşmanın tek bir anınında bile, yaşanabilecek tek bir anın bile yaşamı ne kadar tehlikeli bir alan haline getireceğinden bahseden konuşmaların sahibi bir yazar.

Onun satırlarını okuduğunuz zaman 'Bilinç Akışı'* tekniğini kullandığı 'Gece Gündüz' ile birbirinden farklı karakterlerde birleştirdiği nesnel gerçekçiliğin insan bilincindeki etkisini ustalıkla canlandırabiliyorsunuz kafanızda. Bir başkasının yerine koymak kendini, Virginia Wolf, Gece ve Gündüz' de Birinci Dünya Savaşı öncesi Londra' sında geçen mizahi bir anlatıma sıcak bir dil katarak sınıfsal farklılıkları, evlilikleri, yaşam mücadelelerini, kadın haklarını ecının eksenine alarak duygulu bir metin ile sunuyor okuyucusuna. Kişilerin iç dünyalarından yansıdığı kadarıyla anlatılan dış dünya, Virginia Wolf' un kaleme aldığı ' Dalgalar' da dalga sesleri referans alınarak bir ritme uydurularak ele alınan hikayeyi bir olay örgüsü olmayı bırakın bir roman okuma beklentisini yavaş yavaş kırdırıyor okuyucusuna.


Feminist hareketin klasik başyapıtı sayılan 'A Room of One's Own' da, kadının kendi boyutunda algılanabilmesi için erkeği 2. boyuta taşıyan, Kadınlar eğitilebilir mi?, kadınlar ezeli rakipleri olan erkeklerden daha zeki midir?, sorusuna bir yanıt aratır okuyucusuna.

Ve soruyor: Akıl ve yetenek bakımından bizimle eşit olduğunuzu söylüyorsunuz, o halde neden içinizden Shakespeare, Newton, Einstein, Da vinci gibi yazar, dahi, sanatkarlar çıkmıyor?

Virginia Wolf yaptığı kısa bir araştırmadan sonra öfke, nefret, hırs gibi duygulardan arınan bir yazar ruh sakinliğine ulşabilir ve Shakespear gibi eksiksiz dile getirilmiş, berrak bir zihnin temelinde yatan ürünler çıkarabilir, kanısına varıyor.

Bir başı sürekli ezmeye çalışan bir eli görmezden gelebilirsek, kendine ait bir kilidin olduğu, tek bir anahtarın, sana ait olan bir anahtarın açtığı kapının ardında kimselerin sesini, ezici varlığını hissetmeden kendi yoksunluğunla belki ama yalnızlığın kendi zenginliğiyle başbaşa kalabildiğin an kendi yeteneğini tam anlamıyla ortaya çıkarabileceğine inanıyor Virginia Wolf. Bunun içinde diyor, Eğitim aldıkça, özgürleştikçe güzel yapıtlar, şahaserler ortaya çıkabilir.

“Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”



* En basit tabiriyle yazarın karakterini en açık bir dille okuyucusuuyla tanıştırmasıdır. Karakterin an içerisindeki ruh hali, en çıplak haliyle bile gözlenebilir. Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek ile harmanlanayarak dış dünyayı karakterin iç dünyası haline dönüşür. İç ses de denebilir.

2 Mart 2010 Salı

BAFTA / KATHRYN BİGELOW



BAFTA ZİNCİRLERİ KIRDI, 2010' NUN EN İYİ YÖNETMENİ BİR KADIN YÖNETMENE, KATHRYN BİGELOW'A LAYIK GÖRÜLDÜ .

Oscar' ın en önemli habercisi sayılan Amerikan Yönetmenler Birliği, ' En İyi Yönetmen ' ödülünü 63 yıllık tarihinde ilk defa bir kadın yönetmene verdi. ' En iyi Yönetmen' dahil 6 dalda ödül kazanan, Savaşı erkeklerin hırsları, karakterleri üzerinden giderek, savaşanların erkekler olduğunu, magdur rölünün ise kadınlara kaldığı fikrini arkasına alan ' The Hurt Locker' ile Kathryn Bigelow, Bafta' da bir ilke imza attı.


Kurumsal adıyla The British Academy of Film and Television Arts; İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi, bir anlamda da Oscar' ın Birleşik Krallık' taki dengi olan, 1947' den beri film, televizyon, çocuk film ve televizyon eserleri ile iletişim ödülleri dağıtan ve David Lean, Alexander Kor da, Carol Reed,Charles Laughton, Roger Manvel gibi isimler tarafından kurulan; 1958 yılında da Televizyon yapımcıları ve yönetmenleri locasıyla birleşerek Film ve Televizyon kulübü haline gelen BAFTA, 22 Şubat 2010 gecesi Londra' nın merkezindeki Royal Opera House' da gerçekleşti.


Quentin Tarantino, Kate Winslet, Dustin Hoffman Audrey Tautou' nunda aralarında bulunduğu birçok ünlü oyuncu, yönetmen ve film endüstrisi yetkilisi törene katılırken, Bafta' nın bu yılki süprizi Kathryn Bigelow'un Irak’ta savaşın ortasında kalmış bir bomba imha ekibini konu alan filmi ‘The Hurt Locker' ile Amerikan Yönetmenler Birliği/ Directors Guild of America, tarafından verilen En İyi Yönetmen ödülü dahil olmak üzere 6 dalda ödül kazanması oldu. Bilim kurgu, aksiyon ve korku türlerinde çalışan ve ilk defa adını 1987 yılında çektiği ' Near Dark ' ile duyurmuş olan Bigelow, Bafta ödüllerinde tarihinde ilk defa “En İyi Kadın Yönetmen” ödülüne layık görüldü. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En Orijinal Senaryo, En İyi Montaj, Ses ve Sinematografi dallarında aldığı 6 ödülle Bigelow "The Hurt Locker" filmi ile eski eşi James Cameron' ın 'Avatar' filmini geri de bıraktı. Amerikan Yönetmenler Birliği’nin son 61 yılda en iyi yönetmen ödülüne layık gördüğü yönetmenlerden yalnız altısının Oscar’ı kazanamamış olması da Bafta' nın Oscar ödüllerinin olası sahipleriyle ilgili bir ipucu niteliğinde. ' The Hurt Locker ' ile 6 dalda ödül alan Bigelow, beraberinde de 82 yıllık Oscar ödülleri tarihinin dördüncü kadın yönetmen adayı olarak Copallo, Wertmüller ve Champion' a verilmeyen ' Erkek' Oscar'ın oyununu bozacak mı?,sorularını da akıllara getiriyor.