17 Temmuz 2009 Cuma

Nobel Barış Ödülü ya da Nükleer Başlıklı Savaş Ödülü




Alfred Bernhard Nobel, varlıklı bir ailenin üçüncü oğlu olarak 21 Ekim 1833'te Stokholm'de dünyaya gelir.Alfred doğduğunda, iflas eden babası Immanuel Nobel, rus osrdusu için silah üretmeye başlar ve Alfred bu sayede özel öğretmenlerden eğitim alır, kendini geliştirir. Henüz on yedi yaşındayken Rusça, Fransızca, İngilizce ve Almanca' yı akıcı bir dille konuşabilmektedir. Oğlunun kendisi gibi bir mühendis olmasını isteyen babası Immanuel Nobel'in hoşuna gitmese de Alfred, fizik ve kimyanın yanı sıra İngiliz edebiyatına ve şiire ilgi duyar ve Alfred'in tehlikeli bir patlayıcı olan nitrogliserin ile tanışması hayatına ünlü kimyager Ascanio Sobrero'un girmesiyle başlar. Çalışmalarını yürürttüğü laboratuvarda basınç ve sıcaklığında etkisiyle yaşanan bir patlamada Alfred'in küçük kardeşi Emil hayatını kaybeder. Buna rağmen dinametin mucidi Nobel çalışmalarınıa devam eder...

1864 yılında araştırmalarının sonucunu alır ve dinamit barutunu bularak inşaat ve madencilik alanında çığır açar. Bu sayede kısa süre içinde yirmi farklı ülkede kurulan yüze yakın şirketin sahibi olarak uluslararası bir ün edinir. 1896 yılındaki ölümüne kadar, sahibi olduğu patent sayısını 355' e çıkaran mucidin vasiyeti, mirasının Nobel Ödülleri' nin enstitüleştirilmesi yönünde kullanılması ve 33 milyon 200 bin kronunun her yıl, insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasıdır!!!

Buraya kadar her şey iyi gibi görünse de, mucidinin servetinin Amerika silah şirketleri Lockheed Martin ve Honeywell hisselerinde değerlendirildiği ve ABD' de bir borsa şirketi tarafından yönetildiği bundan üç sene önce ortaya çıktığında, bu haber ödüle ve ödülün amacına gölge düşürdü.

Sadece edebiyat dalındaki ödülüne 1.5 milyon avro tutarında bir kaynak ayrılan ve her yıl merakla beklenen Nobel Barış Ödülleri'ne, dünyanın kara listesinde bulunan Amerika Honeywell Holding'in sponsorluk ettiği haberi buraya kadar okuduğunuz başarı öyküsünü yorumsuz kılmakta!!!

Dahası, holding'in nükleer savaş başlıkları ve helikopter silahları üretiyor olması da ayrıca bir hayal kırıklığı!!!

Ödül sanki Nobel Barış Ödülü değil de Nükleer Başlıklı Savaş Ödülü...


İzmir




Rahatlığını seviyorum, kıyısından denizin yalı boyunu okşayışını...Gecenin nahoşluğunun şarapla karışıp beynimin içindeki İzmir'i oluşturmasını seviyorum...Geniş caddeler, yüksek ışıklar...huzur!!!

Ve şehri şehir yapan içindeki sevdiğim insanlar...Denizinin tuz kokusu içinde kordonda boydan boya yürümek sevdiğinin elini tuta tuta...

Seviyorum İzmir'i, İzmir'de yaşamayı her haliyle, her mevsimiyle...

16 Temmuz 2009 Perşembe

Dost toprak bir maşrapa değildir!!!


to be alone or not to be alone by ~zeligue on deviantART

Bir elin parmağını geçmemeli dost dediğin insan sayısı...Bir, iki, bilemediğin üç olmalı ama dört değil!Yıllar araya girmemeli...girse bile zaman eskitememeli dost dediğini, dost kavramını. Aynı sıcaklık yine beyninde, hatıralarında canlanabilmeli dost diye bağrına bastığın insanı görünce; anılar bir diğer anın için tutuşmalı yaşanmak için...Fitil hep ateşte kalabilmeli!

Sessiz kalındığında bile bundan anlam çıkarma yerine sessizik paylaşılabilmeli, zorlamadan, akışına bırakarak...Zaman tarafından evrilip çevrilip yoğrulan aşk'a zıt; sevgi güçlü kılmalı önüne kata kata büyüttüğün kartopu gibi hayatını...Seni ayakta tutan ve senin ayakta tuttuğun kişidir dost. Adı ne olursa olsun farketmez, marka değildir dostluk; içinin etiketi olabilir ancak ve ancak...

Dostluk, toprak bir maşrapa gibi hemen kırılıp parçalabilen arkadaşlıklara inat meşe ağacı gibi sağlam, değer unsurudur insanoğlu için. Dost insanın evi gibi olmalıdır aynı zamanda. Sığınacağı bir oda olabilir dostunun kalbi, ya da kalbin onun için bir oda!

Ne yaparsak yapalım, kim olursak olalım dönüp doaşıp evimize sığınırız en sonunda...Özleriz çünkü, isteriz ihtiyacını duyduğumuzu bile bilmeden.Dost da böyle bir ihtiyaçtır, kurallara tabi tutulmadan bölüşüle bölüşüle büyyüyen bir ağaç...

Saat kaç olursa olsun kapısını çaldığında gövdesi sana hep açık olabilen, kökleri toprak toprak büyüdükçe güçlenen vefalı bir ağaç...

En derinini kanatmadan açıp, yaralarını kanamadan yine, sarabilendir. Günahkar alemin en günahsız değeridir belki de! Senin gözündeki yaş onun yüreğinden gelebiliyorsa ve söyleyeceğini yoğurmadan dilinden önce kalbinden sana ulaştırabiliyorsa dostundur, dosttur o!..

Seray Özbiçer

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Rooze, Mirjan / photographer


untitled.... by =rooze on deviant

Blog blog gezerken rastladım " Rooze" a!!!

Sade, naif bir tene bürünmüş, lauren dukoff seviyor o da!


Lauren dukoff, 1984 doğumlu bir fotoğrafçı!Hem de başarılı müzisyenlerin...Hem arkadaşı, hem de fotoğrafçısı.Lauren Dukoff’un “
Family” adlı sergisi Devendra Banhart, Natasha Khan (Bat For Lashes), Joanna Newsom, Vashti Bunyan, Matteah Baim, Espers, Cibelle, Bert Jansch, Noah Georgeson gibi ünlü müzisyenelrin yolda, evde, sahne arkasında fotoğraflarından oluşuyor. Albüm kapakları, portler üzerine yoğunlaşan sanatçı, fotoğraf çekme sanatını babasından öğrenmiş aynı zamanda...

Rooze'un

http://www.flickr.com/photos/rooze/

adlı websitesinde yer alan çalışmaları insanı büyülüyor adeta. "I'm still trying to get closer to who I am." diyerek içinde dehlizleri bulmaya çabalayan genç sanatçı;


Cup of tea... by =rooze on deviantART

kendi bedenine çektiği fotoğraflar ile daha yakın olmaya çalışıyor bir nevi!Bundan olsa gerek, her çalışmasında bedeni, gözleri, teni çıkıyor karşımıza!


anywhere I lay my head. by =rooze on deviantART


Jose Gonzalez, seviyor, dinliyor, esinleniyor belki de ruhunu besliyor; tıpkı fotoğraflarını beslediği gibi.Bir annenin şevkatini duyumsayabiliyorsunuz tek bir karenin içinde bile.Bir kedi oluyor bu simge, bir dal ya da beden yarıçıplak...hayatı seziyor, yaşıyorsunuz bakış açısına göre...




Çalışmalarındaki dingin hava, sanatçının herçalışmasına ve her karesine sinmiş adeta. Masumluğun göbekadıymış gibi Rooze, çalışmalarının her karesinde...

Ve her çalışması biraz da olsa cinsellik içeriyor aslında?!!!Tabi siz bunu cinsellik diye nitelerseniz...


the sea... by =rooze on deviantART



Fotoğrafçılık eğitimi aldığını ve aldığı eğitimi de çalışmalarına çok iyi yansıttığını düşündüğüm Rooze, aslında elimizin altında... Nasıl mı?


http://roozephotography.blogspot.com/: bu blog rooze'un gizli dünyasına gider...Ve bir tık ona ulaşmak için yeter de artar bile!Benden söylemesi...

Seray Özbiçer

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Antony and the Johnsons


Biraz sakin...dokunaklı içli ve his dolu belki de!... ...ve türü ne olursa olsun, kendine has sesi, tınısı içimizdeki dehlizleri aşıp aşıp, çok daha uzakları düşler gibi...




"...
hope there's someone who'll take care of me when i die, will i go hope there's someone who'll set my heart free nice to hold when i'm tired...''


Antony Hegarty'ın pırltılı sesi, ilk duyduğunuzda gün yüzünü yokluyor, acaba dedirtip, sıkışmışlığa hapsolmuş ruhlarımızı serbest bırakıyor... Bir ışık arıyor, gözalıcı araba farlarına bile aldanmadan Antony. Güneş'in geldiği yöne ilerler gibi bir hali var ama sesi temkin dolu, tedirgin biraz ve emin aslında kabuğunda. Yakarışlara şahit kulaklar -algılarımız...Ne olmak istediğini bilen bir kadın-adam ya da adam-kadın Antony Hegarty, kelebek olmak, kozasını parçalayıp, çırpınışlarını olamadıklarına ithaf etmek ister gibi sanki. Arada kalmışlık ile gölgelerinin ağırlığı, sabıkalı bir türün utanmışlığı gibi...büyüyünce bir kadın olmayı düşleyerek geçen çocukluğu ya da... ‘For Today I am a Boy’ şarkısı o özleme bir tanıklık, tanık olmak isteyenlere... Kilisede söyleyen bir putperest adeta Antony.Baş destekçisi Lou Reed...Bir kuş aslında, rengi, cinsiyeti belli olmayan; kıyısına kadar gelip, olacakları izlemektense; kıyısından Dünya'nın atlamayı tercih edenlerden. Naif, tüm zıtlıklara rağmen...Başucu müziğimin sahibi...Antony and The Johnsons...



Ve John Cameron Mitchellin 'in yazdığı, yönettiği ve oynadığı bir film
hedwig and the angry inch. Uç noktalardaki yaşamların keşisme noktası gibi olan bu müzikal tadında film,başta berlin ve sundance olmak uzere büyük festivallerin ödüllü ve kendi boşluğunu varlığıyla dolduran bir tamamlayıcısı gibi. Antony and The Johnsons' a da yakışan, anlatan belki de onları gölgelerinden saklayan bir film bu film...


Sizin için doğru zaman kavramı 1, 2, 3 diye saymaya başladığınız yıldızlar ve muhteşem Ay'ın manzarası ise müziği başlatabilir ve içine doğru akabilirsiz Antony and the Johnsons nehrinin. Belki ile keşkelerin kavgalarına şahit iseniz, buharlaşa buharlaşa tehlikeli bir biçimde kıskançlığı tetikleyen Antony'nin sesine hayran, bir külçe misali abartmak gerekirse ama
biraz sakin...dokunaklı, içli ve his dolu hüzünlü bi erkek sesi sahibi "beyazten" kadın tarafından esir alınmış olacaksınız, haberiniz ola! Hüznün kuytu köşelerine bir Merhaba, sadece...

Seray Özbiçer





8 Temmuz 2009 Çarşamba

Aydın Doğan Vakfı genç beyinleri ayıklama yarışması


" Seray mrb, bugün aydın doğanla ilgili evrakları son kez gözden geçirip gönderdim ama maalesef seninkini if öğrencisi olmadığın için geri çekmek zorunda kaldım. sana nasıl söyleyeceğimi de bilemedim ama dürüst olmak gerekir diye düşündüm
aslında bana katılabileceğin bilgisi verilmişti ama formu tekrar okudum, hatta aradım. ÇAP'ı dahi kabul etmiyorlar halbuki imzadan da çıkmıştı dekanlıktan ama hepimiz -sen de dahil- bu olasılığı atlamış bulunuyoruz..."


diye başladı üniversitemizin gazetesi Ünivers'in yazı işlerinden sorumlu hocam ile msn konuşmamız. Yıkıldım...Engeller vardır ya hani, aş, geç tarzında önümüzde onlardan birine takılmıştı paçam, kurtulamıyordum bir türlü...

Bundan birkaç hafta öncesine dayanır Aydın Doğan Vakfı genç iletişimciler yarışması için Ünivers'de yayınlanan roportajım ile başvurmam. Tamı tamına 13 A3 karton gerekir bunun için. Bir de cv, bir de 3 adet cd. Seray yılmaz, gider 13 adet gazete küpürünü kesip, biçer yapıştırır hepsini teker teker A3 lere. O da yetmez, oturur yazar edebiyat geçmişini detaylıca...Yol çetrefillidir ama seray napmaz?,yılmaz...Kazanırsam Aydın ödülüm olacaktır, kazanırsak Aydın ödülümüz olacaktır. Ünivers'de yazan çizen,çeken diğer arkadaşlarında belki ama oltama öyle bir şey takılmış ki yerinden oynamıyor adeta.

Güzel sanatlar fakültesi iç mimarlık ve çevre tasarımı öğrencisi olmam prosedür gereği yök'ün gözüne batmaktadır ve düzeninde ayrıca. Sadece iletişim öğrencilerinin katılabildiği bu yarışma ve diğerleri yaratıcılığımda dahil beni her yönden kısıtlayarak kalem ile silgi ile beslenen, düşünmeyen, sorgulamayan bir öğrenci profili olmam yolunda yatırım yapmaya çalışıyorlar.

haa aydın doğan umrumuzda mı, hayır!
sadece formal bi organizasyon, bütünüyle sektör işi

ama neden?Niçin bu kısıtlamalar, yollara taş koymalar...?

Artık bu durumda önemli olan kendinize yatırım yapmak oluyor, ki bunu da zaten iyi yapıyorum.

Hepimizin -Ben de dahil- atlamış olduğumuz bu olasılık fakültemin Güzel sanatlar fakültesi olmasıysa ben bu olasılığı es geçiyorum.

Seray Özbiçer