9 Mart 2014 Pazar

BİR TÜR ÇALI TİPİ veya BODUR BİR AĞAÇ TÜRÜ OLARAK MAKİ:

Ya da ÇAĞDAŞ SANAT MEKANI OLARAK MAQUIS PROJECTS.

MAQUIS as a KIND OF a BUSHY or SHRUB,
Or, MAQUIS PROJECTS as a CONTEMPORARY ARTSPACE


Maquis Projects yaratıcısı, İzmir Ekonomi Üniversitesi’ nde akademisyen, ve aynı zamanda bağımsız bir küratör olan Thomas Keogh ile sanattan insana; İzmir’ den Londra’ya; Alain Badaiou’ den ilham kaynağı Flash Atolye’ ye ve en çokta gözbebeği Maquis Projects hakkında içten bir sohbet, iyi okumalar.


Here it is a a hearty conversation about from art to human beings; from İzmir to London; from Alain Badaiou to inspirer Flash Atolye and the most preferablyi Maquis Projects which is to be apple of his eye with Thomas Keogh who is creator of Maquis Projects, academician at University of Economics, and at the same time as an independent curator, have a good reading.



Maquis Projects’ in arkasındaki fikir nedir? Maquis isminin arkasındaki tam anlamı açıklayabilir misiniz?
What are the underlying ideas behind Maquis Projects? Can you tell us the exact meaning behind the name of maquis?

Resmen ya da kavramsal olarak İzmir’ de çağdaş sanat ile ilgilenen sanatçılar ve bireysel olarak çağdaş sanatla ilgilenenler için bir alan sağlamak istedim. Ayrıca böyle bir mekânın oluşumu ile çağdaş sanat ile ilgilenen halk için açık ve ulaşılabilir bir alanda çağdaş sanatı deneyimleyecekleri ve çağdaş sanatın önemini tartışacakları bir alan yaratmak istedim.


‘Maquis’ isminin anlamına gelecek olursak bizim beyanımız şunu kapsar;

 Akdeniz ikliminde görülen bir tür çalı tipi veya bodur bir ağaç türü olarak bilinir ve Maki (Maquis) bitki örtüsü Akdeniz bitki örtüsü ile şekillendirilir. Bu bodur ağaçlar aynı zamanda California eyaletinde, Güney Afrika’da, Şili sahillerinde ve Kuzey Asya’nın bazı bölgelerinde de yer alır. İzmir kentinin bitki örtüsü içinde de önemli bir yer tutan Maki, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da bir grup direnişçi tarafından politik anlamlar içeren bir metonim olarak da kullanılmıştır.

‘Maquis Projects’ serbest çalışan kişilere ve ortak çalışan gruplara; kültürel ve kamusal çalışmaları için, bir sığınak ve çalışma fırsatı sunar.

Maquis, makinin özgün tanımında yer alan belirli iklimsel ve topografik koşulların oluşturduğu özgün flora ve faunayı yaratan bir alt iklim tanımını takip eder. Maquis projesi birbirinden farklı ve bağımsız altı mekânın yarattığı ölçüsel ve dokusal deneyimlerin benzerlik ve farklılıkları ile ilgilenir.

Bu tecrübelerin sınıflandırılmasını genişleterek, Maquis Projecst güç ile düzen ilişkisinde, insanın siyasal ve deneyim koşullarında kendi eylemine nasıl yanıt verir, gibi sorular sorarak bu soruları geliştirmeye çalışır. Maquis Projects mekân olarak İzmir’deki Kemeraltı semtine odaklanmıştır. Kameraltı (bu alan) bize ikamet edilmeyen makiliğin kentsel bir örneğini vermektedir.

For the space I wanted to provide somewhere in Izmir where artists or interested individuals could come to create contemporary artworks whether formally or conceptually. Also providing a place that is open and accessible to an interested public where they can experience and discuss contemporary art is important.

Regarding what Maquis means our statement covers that;

Maquis primarily refers to the type of scrubland found in ‘Mediterranean’ climates. While primarily and originally associated with the Mediterranean region it can also be found in much of California, parts of South Africa, central coastal Chile and parts of South Asia. It prevails in the Izmir area of Turkey. During the Second World War it also became a metonym for a group of politically diverse resistant fighters in rural France.

Maquis Projects offers cover and opportunities for individuals and collectives to create meaningful cultural and social material and activities.

It looks to the original definition of Maquis as a sub-climate where particular climatic and topographic conditions produce specific fauna and flora. Of interest is how six different disconnected locations have independently created experiences of scale and texture that are similar yet strange to each other.

The basic taxonomy of these experiences can be expanded to raise questions in relation to how the human being, within separated experiential and political conditions, can respond through their actions to relationships of order and power. Maquis Projects is based in the area of Kemeralti of Izmir. This is an urban area that shares many of the characteristics of the uninhabited natural maquis.

İzmir’ de sanatseverler için yeni bir sanat alanı açtığınız bu süreçte ilhamınız neydi?
What was your inspirer in the process of opening a new art space to art lover in izmir?

İzmir popülâsyonuna baktığımızda İzmir’ de yeterli sayıda heyecan verici çağdaş sanat alanlarının olmaması hayal kırıklığı.


K2, Port İzmir Trienali, ve Mehmet Dere tarafından yürütülen 49A gibi birkaç küçük mekanlar dışında iyi sanat çalışmalarını deneyimlenebileceği bir yer yok. Ayrıca, İstanbul’ un uluslararası ticari sanat merkezi olarak gelişen önemi, İzmir’ de çağdaş sanat faaliyetlerinin görülmesine yarar sağlayan ve gelişmesine katkıda bulunan pek çok sayıda iyi insanı buradan İstanbul’ a çekiyor. Bu şartları göz önünde bulundurunca burada sürdürülebilir bir sanat alanını hayal etmek zor. Kişisel olarak, Karşıyaka’ da iki yıl önce Fırat Erdem ve eşi Olivia Valnetine tarafından kurulan Flash Atolye’ den çok fazla ilham aldım. Onlar İzmir’ den ve yurtdışından birçok ilgi çekici sanatçıyı burada göstermeyi başardılar. Onların ‘sadece yap’(just do it) anlayışlarını çok faydalı buldum.

It is disappointing, considering how populous Izmir is, that it does not have a more vibrant contemporary art scene.

Apart from K2, the Port Izmir Triennale and a few small spaces such as 49A run by the artist Mehmet Dere, there is nowhere to experience good new artworks. Also the growing importance of Istanbul as an international commercial art center tends to – understandably - draw away a lot of very good people who could be so instrumental in fostering a contemporary art scene here. Considering these factors it is difficult to imagine what a sustainable space should be like. Personally I was very inspired by Flash Atolye - a small space in Karsiyaka organised in the last two years by Firat Ertem and his wife Olivia Valentine. Here they managed to show the work of a lot of interesting artists both from Izmir and internationally. I found their attitude of ‘just do it’ to be very helpful

Maquis Projects İzmir Kemeraltı’ nda yer alıyor. Niçin Kemeraltı?
MAQUIS PROJECTS is based in the area of Kemeralti of Izmir. Why Kemeraltı?

Canlı bir çalışma alanı olması için yeterince büyük bir bina satın almak niçin Kemeraltı sorusuna basit bir cevaptır. Galeri bir çalışma ve 2 atölye alanından oluşur. Bu finansman gücü olarak kullanılan dünyanın birçok yerinde sanatçıların ve galerilerin kullanmış olduğu pratik bir çözümdür. Bu strateji tüm diğer söyleşilerde de bahsedilmesi gereken tartışmalı konularda da yükselmektedir.

Ayrıca Maquis Projects’i ziyaret etmek isteyen herkes için İzmir’ in merkezine ulaşılabilirlik açısından yeterince yakın bir yer ve 5 sene önce İzmir’ e geldiğimden beri Kemeraltı benim favori bölgemdir. Burası çok farklı yüzlere sahiptir.

The simple answer is because in Kemeralti I could afford to purchase a building which is large enough to be a live work space. The work part is the gallery and 2 studio spaces. This is a very practical solution to an issue of affordability that has been used by artists and gallerists in many places globally. This strategy does raise very many contentious issues that would need a whole other interview to deal with.

Also it is close enough to the center of Izmir to be broadly accessible to anybody interested in visiting. And since I came to Izmir 5 years ago Kemeralti has been a favorite area of mine. It has a lot of different faces.



Bu zamana kadar Maquis Projects’ de hangi sanatsal aktiviteler yer aldı ve Maquis Projects’ in gelecek projeleri nelerdir?
Which artistic activities took part in Maquis Projects until this time and what are the future exhibitions in Maquis Projects?

Tarihleri ile birlikte Maquis Projects’ de yer alan sergiler şu şekilde;
‘Eminent Domain A’ kamusal ve özel alanlardaki sanatsal konularını ele alan uluslararası sanatçıların oluşturduğu 18 kişilik bir grup gösterisi;
‘Kemeralti Sofrasi’ Amerikan merkezli Şilili sanatçı Katiushka Melo Green tarafından gerçekleştirilen bir sokak eylemi. Bu bir Tük ve Şili mutfağının benzerliklerini ve farklılıklarını anma töreniydi;
 ‘Kemeralti’ İtalyan sanatçı Sara Berti tarafından zıt motiflerin ve görüntülerin bir araya getirilişi ve kendi işlerinde kişisel bağların keşfedişinin etkilerini anlatan bir tek kişilik gösteri.
‘Mirabilia’ tüketim nesnelerinin ve görüntülerinin nesnelliğini inceleyen İrlandalı sanatçı Aoife Collins tarafından gerçekleştirilen tek kişilik bir gösteri. Bu gösteri Şubatın ortalarına kadar açık kaldıktan sonra İzmir Ekonomi Üniversite’ sine taşındı.

Gelecekte Aoife Collins ile video ve yerleştirme işlerinden oluşan 2. bir sergi olacak.

Ayrıca bu baharda sanatçı Mehmet Dere tarafından küratörlüğü yapılacak olan İzmir merkezli sanatçıların bir sergisi olacak. Daha sonra sanatçı Kaan Bağcı tarafından gerçekleştirilecek bir sergi ve Gürkhan Mıhçı ve Cem Günay tarafından gerçekleştirilecek bir ‘sound art’ etkinliği yer alacak. Daha sonra bir diğer proje olarak eylül ayında Kemeraltı’ nda gerçekleşecek ‘sound art’ festivali ile ilgileniyor olacağız ve İzmir’ de sanat ve mimarlık incelemesi yapan Avustralya ve İrlanda’ dan yerel akademisyenler ve sanatçılar ile çalışıyor olacağız.

The exhibitions at Maquis Projects to date include:
‘Eminent Domain A’ a group show of 18 international artists looking at issues of art in public and private spaces;
‘Kemeralti Sofrasi’ a street action by USA based Chilean artist Katiushka Melo Green. This was a celebration of similarity and difference in Turkish and Chilean cuisine;
A solo show ‘Kemeralti’ by Italian artist Sara Berti which drew together many diverse motifs, images and influences from the area exploring her personal relation with these in her work;
‘Mirabilia’ a solo show by Irish artist Aoife Collins examining the subjectivity of consumer objects and images. This will be open until the middle of February although it will transfer to Izmir University of Economics next week.
There were also a number of artists’ talks related to each of these.
In the future we will have a second exhibition of video and installation work by Aoife Collins.
Also this spring there will an exhibition of Izmir based artists curated by the artist Mehmet Dere. After that this year there will be an exhibition by the artist Kaan Baağcı and a sound art event with Gurkhan Mihci and Cem Güney.  Later we are looking at other projects, including a sound art festival in Kemeralti in September and we will be working with local academics and artists from Australia and Ireland examining issues of Art and Architecture in Izmir.





Maquis Projects’ de yer alan sergiler ve konuşmalar hangi sıklıkla değişiyor? Bize bu sürecin işleyişinden bahsedebilir misiniz?
How frequently changing the exhibiton and talks in Marquis Projects? Can you tell us course of proceeding?

Ağırlıklı olarak atölye içinde ortaya çıkan işlerin sonucuna bağlı olarak genellikle her sene 8 ile 10 arasında değişen iyi serginin yer almasını diliyorum. Ayrıca Maquis Projects her sene 4 ya da 5 kişiye yaşam ve çalışma alanı olarak burada ikamet etmesini sağlayacak.

Generally I am hoping to have eight to ten good exhibitions every year – mainly resulting from work created in the studio space itself. Also Maquis Projects will be able to facilitate a live/studio residency for four to five individuals each year.


Aynı zamanda siz de küratörsünüz, İzmir ve İstanbul’ da ki sanat alanlarını sayıca karşılaştırılacak olursak, aralarındaki uçurumu görebiliyoruz. Sizce bir küratör olarak bu durumun arkasındaki sebepler nelerdir?
In the meantime, you are also a curator, when we compare the art spaces numerically in izmir and in İstanbul, we can see that there is a gap in numbers. What do you think about the reason behind this situation as a curator?

Tek kelime ile İstanbul dünya çapında kültür şehri olarak büyük bir önem taşır. Bu durum orada olan Türk sanatçılar ve sanat işçileri içinde böyledir, tabi ki Berlin ya da New York’ da kariyerlerini geliştirmek isteyenler için geçerli değil. Türk sanat hadisesi özel yatırım ve desteğine çok bağlı. İngiltere’ de Londra dışındaki küçük şehirlerde de buna benzer paralellik söz konusu. Fakat bu yerlerin çoğunda: A. Kurumlar için iyi bir kamu kaynağı inşası veya B. Sanat eğitim kurumları kurmak ve diğer kurumları daha fazla heyecan verici sanat işleri üretmesini sağlamak. Bu durumu Bilgi Üniversitesi’ nin destek verdiği SantralIstanbul ile İstanbul’ da görebiliriz. Doğrusu İzmir’ de sanat ve tasarım üniversitesi olan İzmir Ekonomi Üniversitesi’ nde çalışıyorum ve biz eğitim organları olarak eğitim yerel sanatsal faaliyetler ile nasıl etkileşim içinde olabilir, bununla ilgileniyoruz.

Quite simply Istanbul is more important as a global cultural city. Also it has become an important commercial art center. It is important for Turkish artists and art ‘workers’ to be based there, if not somewhere like Berlin or New York in order for their careers to flourish. The Turkish art scene is very dependent on private investment and support. There are parallels in smaller cities in the UK outside London. But in many of these places there is: A. good public funding structures for institutions and: B. established arts education facilities and other instıtutions which do much of the work establishing vibrant art scenes. We can see this in Istanbul as well with SantralIstanbul which is supported by Bilgi University. Actually I work for an art and design university IEU in Izmir and we are very interested in examining how educational bodies can contribute to the local cultural scene.

İnsanın bağımsız deneyimleri ve politik durumlar ile ilişkisine baktığımızda, Maquis Projects düzen ve iktidar ilişkilerine karşı bir tepki oluşturabiliyor diyebilir miyiz?
When we look at the relation the human being within separated experiential and political conditions, Can we say that Maquis Projects can respond through the actions to relationship of order and power?

Bence insanın ait olduğu toplumda karşılaştığı en büyük problem, vatandaşların hakları ile birlikte yavaşça kredi dereceleri ile birer tüketici haline getirilmesidir. Açıkça inanıyorum ki sanat doğası gereği açıklık yoluyla sanata ilişkin konularla ilişkili nesneleşmeyi yaratır. Ayrıca, bence sanatı icra etmek ya da tanıklık etmek kamu bireylerini gerçekten tanımlamak için gerekli bir eylemdir. Alain Badaiou’ inin 4 kategoride ele aldığı olguyu düşünüyorum; Sanat, Bilim, Siyaset ve Aşk.

I suppose the biggest problem facing human beings in relation to belonging to a public is that citizens with rights are slowly being transformed into consumers with credit ratings. I honestly believe that art through its inherent openness to commodification creates issues related to its relevance. However, I also think that that the process of making and relating to or witnessing Art is a fundamental action that helps to define a truly public individual. I am thinking here of Alain Badaiou’s four categories of event – Art, Science, Politics and Love.

6 Şubat 2014 Perşembe

Biçimin İşlevi:
Güzel, İyi ve Doğru…
Çirkin, Kötü ve Yanlış…



İçinde bulunduğumuz zaman bizi duvarlara, odalara, koridorlara, apartmanlara, sokaklara, caddelere, otobanlara, boğazlara ve diğer küçük köyler ve büyük köylere,  karmaşık yollarla bağlayarak bir ikili karşıtlığın türevini yaratıyor.


İnsan soruyor kendisine, Dünya benim tasarımım mı?

Arthur Schopenhauer’ un karanlık dünya resmine göre evet, dünya benim tasarımım ve “ Nesnel olarak verilen dünya ancak tasarım olarak vardır, dolayısıyla da yalnızca bir özne için vardır.”

Dünyaya tepeden de baksak, bilgisiziz. Bu sebeple onu sadece istiyoruz.

Bir dürtü olan bu isteme, istemenin kendisini kör bir istek olarak içimizde açığa vurduğunda üretim ve tüketim sistemleri henüz dönüştürülmemişti. Henüz her şey seri üretimdeydi ve otuz altı çeşit makarna sosu henüz raflarda yerini almamıştı.


Bugün kentlerimizi tek bir kültür ile tanımlayamıyoruz. Süreklilik halinde yeni alt kültürlerin ortaya çıktığı, çeşitli kültürlerin ve kültürel biçimlerin bir arada yaşadığı farklılık ve çeşitlilikten doğan benzeri görülmemiş karmaşıklık yeni uzmanlık alanlarını gerektiriyor.

Her ne kadar renginden, döşemesine, iç aydınlatmasından ses sistemine ve hatta arka lambaların şekline kadar çeşitlenen araba endüstrisi içinden isteğimize göre eklenen aksesuar, iç ve dış renklerle zevkimiz birinden diğerine anında geçiş yapsa da, çok sevdiğimiz bazı sözler var ki mimarlık tarihinde bundan daha çekici başka bir söz yok.

*“Biçim işlevi izler.”


Sormak gerek, biçim işlevi izler mi? Biçim işlevi izlemiyorsa, neyi izler?

19. yüzyılda ilk kez Louis Sullivan tarafından ortaya konan bu söz, 20. Yüzyılda tekrar tanımlanmış, 20. Yüzyıla damgasını vuran bir dizi ikili karşıtlığın türevinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Özneye karşı nesne, maddeye karşı akıl, Batı’ ya karşı Doğu, bu türevler çeşitlendirilebilir.

Dijital araçlar ve teknolojiler küresel iletişimin yaygınlaşmasını hızlandırıp kent kültürlerini dönüştürürken, tıpkı Harvard Üniversitesi Tasarım Yüksek Lisans okulunda iki yıl boyunca bir dizi seminer veren Marshid Moussavi gibi mimarlar radikal ve hızla artan değişimler karşısında çok daha farklı düşünmenin ve davranmanın gerekliliğini görmüşlerdir.

Aynı zamanda mimar olan Moussavi, bu gerekliliği görmekle yetinmeyip, Biçimin İşlevini metne ve çizimlere döken ve bu süreci sadece Harvard Üniversitesi öğrencileri ile paylaşmakla kalmayıp, bunu bir kitaba dönüştürerek yüzyıllardır tartışılagelen biçim ve işlev konusunu okurları için tekrar işliyor.

Biçimin İşlevi bize güncel gerçeklikten yararlanmamızı öğütlüyor ve diyor ki;

“Yukarıdan aşağı, ya da aşağıdan yukarı tasarım yaklaşımlarından kaçınarak çapraz bir yaklaşım ve bireysel deneyimlerle şekillenen etki ve duygular kaçınılmaz olarak her seferinde farklı ve çoğuldur.”

Çevremiz toplumsal bir matris işlevi görmektedir. Tekrar ise evrimsel bir süreçtir. Fikir özgün olsun ya da olmasın her yerden çıkabilir. Yenilikçi biçimleri meydana getirebilmek için biçimlerin başka biçimleri meydana getirmesi yani tekrar etmesi gerekir.


Güncel mimarlık araştırmalarına baktığımız zaman araştırmalar genel olarak biçimin iç geometrisine odaklanır. Biçimin İşlevi’ ne göre ise; biçimlerin ortaya koydukları fikirlerin diğer fikirlerden ne şekilde bir farklılık gösterdiğine ve yapılı biçimlerin diğerlerinden nasıl farklılaştığına odaklanılsa, çevreye daha büyük ölçüde bir farklılaşma katılabilir ve bizi çok farklı şekillerde etkileyebilir.

Farklı çevrelerde, farklı şekillerde tekrarlanan aynı fikir, tıpkı Cam Pavyon ve St. Mary Axe arasındaki kafes etkisi benzerliği gibi tekrarlama evrimsel bir süreç olarak ele alınmalıdır.

Çevreye özgü malzeme kullanımları biçimleri ve farklı birleşimler sayesinde farklı biçimlerin ortaya çıkmasına neden olur. Tıpkı Biçimin İşlevi kitabında önerilen çapraz yaklaşım gibi farklı birleşimlerin doğurduğu farklı biçimlerin farklı coğrafyalara ait olan konulara yerellik bazında bir karşılığı olur.

Biçim etkiyi yaratır. Etki de duyularımıza hitap ederek işlenir ve ortaya düşünceler, duygular, hisler ve ruh durumları çıkar.


Profesör Moussavi’ ye göre bir mimari biçim etki yardımıyla özelleşerek çevresiyle ilişkilendiğinde işlev kazanır. Peki, iyi bir tasarımın ölçütü nedir? Mies van der Rohe’ a göre biçim soyuttur ve her pazartesi sabahı yeni bir tasarım yapmaya gerek yoktur. Bu yüzdendir ki, Bacardi Binası ile Berlin’ deki Ulusal Galeri benzerdir. Yunanlıların Dorik sütünu tamamlaması bile yüz yıllar almıştır.

Güzel, iyi ve doğru… 

**Çirkin, kötü ve yanlış…


Güzellik görecelidir, fakat “Doğru” Mies’ e göre strüktürü malzemenin mantığına uygun şekilde inşa etmesi; “İyi” ise binanın yapım amacına hizmet etmesi demek. Ancak bu yolla bir bina “Güzel” olabilir. 


Fakat artık “Hazır” kültürel biçimleri benimseyemiyoruz. “İdeal” olan kültürün hibrit yapısı ile çoktan bozulmuş ve saflık yerini sentetik olana bıraktığından dolayı, nesnel olarak verilen dünya ancak benim tasarımım olarak varsa soru hala geçerli;
Biçim mi işlevi izler, işlev mi biçimi?


*İngilizce karşılığı “Form follows function” olan “Biçim işlevi izler” sözü Louis Sullivan’ a aittir.





25 Eylül 2013 Çarşamba


“Anne, ben barbar mıyım?” : 13. İstanbul Bienali’nin Kavramsal Çerçevesi Eşliğinde Uygarlık ve Barbarlık


  






Baskın seslerin susturulduğu, kemikleşmiş söylemlerin sarsıldığı, toplumdaki en güçlü ve kabul görmüşün dışlandığı bir toplumu yaratabilmek adına sanatın yeni pozisyonlar yaratma ve yeni öznellikler inşa etme potansiyeli yeterli midir? Böyle bir toplum uygar mıdır, yoksa barbar mı? 


Hayal gücü kanallarımızı açmaya yönelik bir slogan ile 13. İstanbul Bienali, odak noktasını kamusal alan söyleminin toplumsal siyasi bir forum yaratma fikrine odaklıyor. Kamusal bir buluşma alanı yaratmak ve tartışma zeminini harekete geçirmek adına bienal sergi mekânları olarak geçici olarak boş bırakılan kamusal yapıları kullanma fikrine yöneliyor. 

13. İstanbul Bienali’nin şiir, edebiyat, ve şiirsellikle sanatın ilişkisini vurgulayan bir başlık olan “Anne, ben barbar mıyım?” sloganı seyircisine “Kamusallık” kavramını yeniden düşündürüyor. 



1987 yılından bu yana İstanbul'da bir buluşma noktası oluşturmak ve görsel sanatlar alanını hareketlendirmek, farklı kültürlerden sanatçılar ve izleyiciler arasında bir buluşma noktası yaratmak adına İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) İstanbul Bienali ile güncel sanatın yeni eğilimlerini bir araya getirerek uluslararası bir kültür ağının kurulmasına katkıda bulunuyor.

13. üncüsü düzenlenen İstanbul Bienali’nin  tartışma noktası sivil alana erişim ve kent hakları olarak belirlendi . ‘Şehri Kamusallaştırmak’ adına, şehrin estetik ve teknik değerlerini oluşturmakta büyük rol oynayan kent sakinlerinin nerede ve nasıl yaşadıklarını, çalıştıklarını, sosyalleştiklerini anlamanın önemini vurgulayan İstanbul Bienali, rotasını İstanbul’ da şu an gerçekleşmekte olan kentsel dönüşüm, tarihsel ve kültürel çeşitlilik taşıyan mahallelerin özelleştirilmesi ve konutlaştırılması konusuna çeviriyor. Mahalle pazarlarının yerini alan alışveriş merkezleri ve merkezi toplumsal buluşma mekânlarının nasıl da kentin çeperlerine itildiği vurgulanıyor. 

Sloganını Şair Lale Müldür' ün “Anne, ben barbar mıyım?” adlı kitabından alan 13. İstanbul Bienali sergileri, alınan küratöryel kararlar doğrultusunda iç mekanlarda gerçekleştirelecek. 

2007-2016 sponsoru Koç Holding’in desteğiyle düzenlenen 13. İstanbul Bienali’ nin küratörü Fulya Erdemci, yakın zamanda yaşanan Gezi olaylarından sonra, vatandaşlarının özgür ifadelerine izin vermeyen otoriteden alınacak izinle sanat projelerinin sokaklara taşınması fikrinin kamusal alan sorunsalını irdeleyen bu projeleri bu koşullar altında gerçekleştirmenin onların varlık nedenleri ile çelişebileceğine inandığını belirterek, gerçekleştirilmemelerinin daha anlamlı bir öneri olduğunu açıkladı. 


Bu açıklama üzerine şehri kamusallaştırmak, mekansal-ekonomik adalet, kamusal alanda sanat ve sanat-pazar ilişkilerinin sorgulandığı ve bu bağlamda sanatın rolünü araştıran bir matris işlevi gören 13. İstanbul Bienali’nin sergi mekanları Antrepo No.3, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, ARTER, SALT Beyoğlu ve 5533’te 14 Eylül-20 Ekim 2013 tarihleri arasında izlenebilecek.

Kentsel kamusal mekânlardan çekilme fikri, varlığı yoklukla imleyerek Gezi direnişiyle birlikte uyanan özgürlük fikri ve yaratılan özgürlük alanına yaratıcı ve katılımcı eylem ve forumlarla destek veriyor.

Kentsel kamusal mekânlardan çekilme kararı kamusallık yaratabilmek adına bu kavramı yeniden düşünmeyi öneren bir bienal haline gelerek, bienalin bu edisyonunu ücretsiz izlenebilecek bir etkinliğe dönüştürüyor.

14 Eylül Cumartesi günü izleyicisine kapılarını açan 13. İstanbul Bienali sergi mekânları, “mutlak öteki”ye işaret eden “barbar” tanımlaması ile sanatın yeni pozisyonlar yaratma ve yeni öznellikler inşa etme potansiyelini sorguluyor. Farklı başlıklar altında düzenlenecek bir dizi konuşma, atölye, seminer ve performansla hem Türkiye’de hem de dünyanın dört bir yanında “kamu” kavramının geleneksel kavramını dönüşüme uğratmayı hedefliyor. Üstlenilebilecek en önemli görevin kentsel sosyoekonomik eşitsizliğe karşı mücadele olduğuna inanılan bu kavramsal çerçevede kamuyu yeniden hayal etmek çok da uzak olmamalı. 


Eski Yunancada kullanıldığı bağlamda “topluluk/meclis” veya “toplanma yeri” anlamlarına gelen “agora” bir metafor olarak düşünülen “topluluk” çağrışımını barındırır. Şöyle ki; Antik Yunan’daki özgür insan kavramını tartışan Hannah Arendt özgürlük ve mekân arasındaki ilişkiyi şöyle ortaya koyar:

"Özgür bir insanın hayatının başkalarının mevcudiyetine ihtiyacı vardı. Dolayısıyla özgürlüğün kendisinin de insanların bir araya geldiği bir yere ihtiyacı vardı –agora, pazar yeri, veya polis, gerçek bir siyasi mekân."



Kalabalık veya açık alan korkusu anlamına gelen Agorafobi, kelime olarak ifade özgürlüğünden veya toplumsal hareketten duyulan korkuyu anlatır. Bu düşünceden yola çıkan 13. İstanbul Bienali Giriş Sergisi Agorafobi, mekân politikalarını kentlerdeki kamusal mekânları tartışmaya açarak özgürlüğün vazgeçilmez etmenine vurgu yapıyor. 

Memnuniyetsizlik ve hükümetlerin yönetim biçimlerinden doğan hüsran  –sokaklar, meydanlar ve parklarda dahil olmak üzere uzlaşmazlığın ve huzursuzluğun dışa vurulduğu bir sahneye dönüşüyor. Bu dönüşüm, sokaklara dökülen bu direnişin kamusal mekanlara olan faydası ve toplumsal hareketi teşvik edip kitlelere olan desteği konusunu açık bir tartışma konusu olmaya sürüklüyor. 





13. İstanbul Bienali bu bağlamda sorulabilecek en naif sorulardan biri olan “Anne, ben barbar mıyım?” sorusunu irdeleyerek izleyicisine böyle bir toplumsal dönüşümü hayal etmenin mümkün olup olmadığını sorgulatıyor.Tıpkı Lale Müldür’ ün sorduğu elmas sertliğindeki sorular gibi, baskın seslerin susturulduğu, kemikleşmiş söylemlerin sarsıldığı, toplumdaki en güçlü ve kabul görmüşün dışlandığı bir toplumu hayal ettirerek, dönüşüm sürecindeki bu toplum için sorulabilecek en doğru soruyu topluma mal ediyor ve diyor ki 13. İstanbul Bienali;

“Anne, ben barbar mıyım?”



*Görseller İKSV' den izinle alınmıştır. 

Daha fazla görsel için;

http://www.iksvphoto.com/#/folder/8e692k



1 Nisan 2013 Pazartesi


Prix Pictet : Binyılın Odağı ‘Güç’  İstanbul Modern’ de 


*Sağ:Daniel BeltráPetrol Sızıntısı #1: Yakılan petrol birikintisinden çıkan duman yükseliyor. Meksika Körfezi’nde yüzeydeki petrolü arındırmak için 411 kontrollü yakma operasyonu yapıldı17 Haziran 2010Meksika Körfezi, ABD

*Sol:Guy TillimBir geleneksel dansçı ve kalabalık, havalimanından mitinge yürüyen Jean-Pierre Bemba’yı selamlıyorTemmuz 2006Kinshasa, Demokratik Kongo Cumhuriyeti


İçinde bulunduğumuz zamanın toplumsal ve çevresel sorunlarına dair kolektif bir çaba, yaşadığımız bin yılın tanığı fotoğraflar… Cenevre Merkezli özel banka Pictet & Cie tarafından 2008 yılında başlatılan Prix Pictet, fotoğrafın gücüyle geniş ve paradoksal bir tema yaratarak, odağını 4. Yılında ‘Güç’ konusuna çeviriyor


Günümüzün en önemli fotoğraf ödüllerinden Prix Pictet, hayranlık uyandıran ama aynı zamanda rahatsız eden görüntülere sahip, geniş bir tema olan ‘Güç’ile dünyayı dolaşıyor. Prix Pictet’ in kazanan ismi, finale kalan 10 ülkeden katılan 12 sanatçının içinde bulunduğumuz zamanın toplumsal ve çevresel sorunlarına dair kolektif bir bilinç yaratan çalışmalarının bir araya geldiği Londra’ daki Saatchi Gallery’ nin sergi açılışında 9 Ekim 2012’ de açıklanmıştı. Prix Pictet: Güç sergisi şimdilerde Macaristan’ın başkenti Budapeşte ve Hollanda’ nın başkenti Amsterdam’ da yer alan Hungarian House of Photography ve Huis Marseille Museum for Photography ile eş zamanlı olarak İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ nde de 28 Nisan’ a kadar görülebilir.

Özel bir banka olan Pictet & Cie tarafından 2008 yılında başlatılan Prix Pictet, sırasıyla “Water”, “Earth” ve “Growth” temalarından sonra, dördüncü yılında hayli ses getiren “Power” teması ile binyılın çevresel ve toplumsal sorunlarına dikkat çekmeyi başarmış dünyanın önde gelen fotoğraf ödülleri arasında yer alıyor. Sergi fotoğrafın gücü ile insan ve doğa arasındaki hayatta kalma mücadelesi, sebep olduğumuz hasar karşısındaki çaresizliğimiz, toplumsal güç çatışmaları, işgal ve isyanlarla bugün içinde bulunduğumuz dünyadaki iktidarın ikilemlerini anlatıyor. Hayranlık uyandırırken aynı zamanda da rahatsız edici görüntülere sahip sergi, İstanbul Modern seyircisini tedirginlik verici güç olgusu etrafında, yakın geçmişte yaşadığımız ve halen yaşamakta olduğumuz çarpıcı gerçekleri cesurca düşünmeye davet ediyor. Umudun ve yenilenmenin aracını büyük şirket ve kuruluşların sürdürülebilirlik konusundaki destekleyici yaklaşımlarında aramak her ne kadar ironik olsa da, Pictet & Cie, dördüncü yılında İsveç Merkezli yardım örgütü Medair’ ı destekliyor ve Pictet & Cie, destek ödülünü adaylardan Simon Norfolk’ un çalışmalarına layık görerek Medair bölgesinde çalışan Afgan ve uluslararası çalışanların da desteğiyle dünyanın dikkatini Bamyan eyaletine çekmeyi hedefliyor.

İnsanının çok temel bir ikilemini ele alan dördüncü Prix Pictet’ yi çatışmaları, dünyadaki olayları yada toplumsal meseleleri ele alan büyük boyutlu renkli çalışmaları ile tanınan Luc Delahay kazandı. Prix Pictet’ in iki ödülü bulunuyor: biri 100.000 İsveç Frangı para ödülü, diğeri ise aday fotoğrafçılardan birinin Banka’ nın sürdürülebilirlik projesi yürüttüğü bir bölgeyi fotoğraflamak üzere davet edildiği Destek Ödülü. 100.000 İsveç Frangı para ödülüne layık görülen Luc Delahay, 1985 yılında Sipa Press fotoğraf ajansına katılmış, savaş muhaberliğine odaklanmış ve 1994 – 2004 yılları arasında Magnum ajansına üye olmuş bir fotoğrafçı. Aynı zamanda çalışmaları dünyanın dört bir yanında sergilenen sanatçının, yayınlanmış birçok kitabı da bulunmakta. Delahay’ ın kazandığı ödüller arasında, Prix Pictet fotoğraf ödülü dışında Deutsche Börse Fotoğraf Ödülü (2005) ve Robert Capa Altın madalyası (2002, 1992 ) ödülleri de yer alır. 1962, Fransa doğumlu sanatçı, fotoğraf sanatına olan ilgisini ‘ Genellikle insan ilişkilerinin görünür, çok, faal ve problemli olduğu bir mesafede kalıyorum. Anlatıyla ve fotoğrafın gerçeklik üzerindeki fenomenolojik etkisiyle ilgileniyorum.’ cümlesi ile tanımlıyor. Maruz kalınan ve ona tepki verenlerin gerçeklikleri Delahay’ in objektifinden İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ nde tüm çıplaklığıyla  görülebilir.

İspatın varlığını zayıfı sindiren güç kelimesi tanımlıyor; şehir banliyölerindeki varolma savaşlarını, Meksika’daki BP petrol sızıntısı karşısındaki çaresizliğimizi ve insana özgü birçok ikilemi bellediğimize kazımaya hazır Prix Pictet: Güç sergisinin bir diğer güçlü ismi de Joel Sternfeld. Kanada’ lı sanatçının objektifinden 2005 yılının Kasım ayında düzenlenen Birleşmiş Milletler Iklim Değişikliği Konferansına katılan Gana Ormancılık Komisyonu Kurumsal Müdürü Robert Kofi Bamfo’ nun yüzünde görülen endişe ve çaresizliklik ile, Sternfeld dolaysız bir biçimde bir otoritenin global şirketlerin çevreye verdiği zararın karşısında kifayetsiz kalışının portresini gösteriyor bizlere. Bugün içinde bulunduğumuz dönem, insanla dünyanın temel ilişkisinin değişime uğradığı bir zaman aralığına düşüyor. Sternfeld ise bu değişimi, Değiştiğinde isimli bir metin yaratarak gelmesi umut edilen bir dönüm noktası için tüm dünyadan olumlu tepkileri topluyor.

Yabancılaşmış Bölge olarak çağırılan 30 kilometre yarıçapındaki alana objektifini çeviren Azerbeycan uyruklu Rena Effendi ise 4. Düzenlenen Prix Pictet fotoğraf yarışmasının bir diğer güçlü ismi.  Nükleer faciasının uzun vadeli etkilerinin hala görüldüğü Ukranya Çernobil’ e ve Yabancılaşmış Bölge’ de yaşayan çoğu yaşlı kadın olan 200’ den fazla insana objektifini çeviren Effendi, insan gücünün yıkım karşısındaki direnişini ve bu güçle beraber gelen ısrarı gözler önüne seriyor. SSCB’ de büyüyen Rena Effendi, 2001 yılında fotoğraf çekmeye başlamış ve ardından gelen başarılı çalışmaları ile 2002 – 2008 yılları arasında gerçekleştirdiği Pipe Dreams: A Chronicle of Lives Along the Pipline projesi ile Getty Images Editoryal Fotoğraf bursu da dahil bir çok ödüle imza atmış. Sanatçının çalışmaları arasında İran ve Türkiye’ yi de ele alan çeşitli fotoğraflar Effendi’ nin portfolyosunda görülebilir.

Yolu İstanbul Modern’ e düşen sanatseverleri en çok etkileyen bir diğer çalışma ise Daniel Beltra‘nın Meksika’daki hepimizin, oturduğu yerden seyirci kalarak hayretler içinde izlediği petrol sızıntısını anlattığı fotoğrafı Petrol Sızıntısı #9. Beltra, Meksika Körfezi’ nde yaşanan sızıntı sırasında Louisiana kıyısından çıkıp, yaşanan çevre felaketini 900 metre yükseklikten fotoğraflıyor ve bu vesile ile toplumun petrole olan bağımlılığını utandıran Petrol Sızıntısı #9 adlı fotoğrafı gözler önüne seriyor. Daniel Beltra’ nın objektifinden çıkan bu gerçek bize sadece petrole olan bağlılığımızdan bahsetmiyor; aynı zamanda bizi felaketten etkilenen yaklaşık 1000 kilometrelik sahil şeridinden ve halen devam eden temizleyici maddenin etkilerinden bir şekilde haberdar ediyor.

Pirx Pictet: Güç sergisine tanıklık eden her kişi, sergiyi gezdikten sonra bir olgunun karşısında güçsüz kılınan insan gözüne bürünüyor ister istemez. Provokatif olduğu kadar değişik bakış açılarını da barındıran serginin diğer sanatçıları arasında; Robert Adams, Mohamed Bourouissa, Philippe Chancel, Edmund Clark, Carl De Keyzer, Jacqueline Hassink, An-My Lê, Joel Sternfeld ve Guy Tillim yer alıyor. İnsanlığın yakın tarihine dürüstçe bakan ve gücün yarattığı yıkımların gerçekliğine ışık tutan sergi, insanın dünya üzerindeki sürdürülebilir olan ya da olmayan yönleriyle yansıttığı endişe ile bugün yaşadığımız dönem insanın farkındalığını arttırmayı hedefliyor. Geri döneceğimiz bir noktayı çoktan geçmeden, 28 Nisan’ a kadar İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ nde görülebilen Prix Pictet: Güç sergisine siz de bir göz atın, bakın bakalım, hala bir umut var mı? 


* İstanbul Modern web sitesi




6 Mart 2012 Salı

‘Sabır (Sebald’in Ardından)’ / ‘Patience’ (After Sebald)


Keş!f eğer sıradışı bir yolculuğa dönüşür, ve siz onu kağıt kadar ‘Sabır’lı bir nesne ile buluşturmak isterseniz,  ve kitabınız izinden bir yolculuk, size eşlik eden görüntüler ile görme ufkunuzu aydınlatan bir görsel şölene dönüşürse?

In August 1992, when the dog days were drawing to an end, I set off to walk the county of Suffolk, in the hope of dispelling the emptiness that takes hold of me whenever I have completed a long stint of work. And in fact my hope was realized, up to a point; for I have seldom felt so carefree as I did then, walking for hours in the day through the thinly populated countryside, which stretches inland from the coast. I wonder now, however, whether there might be something in the old superstition that certain ailments of the spirit and of the body are particularly likely to beset us under the sign of the Dog Star. At all events, in retrospect I became preoccupied not only with the unaccustomed sense of freedom but also with the paralysing horror that had come over me at various times when confronted with the traces of destruction, reaching far back into the past, that were evident even in that remote place. Perhaps it was because of this that, a year to the day after I began my tour, I was taken into hospital in Norwich in a state of almost total immobility. It was then that I began in my thoughts to write these pages. '

- WG Sebald, The Rings of Saturn, açılış paragrafı.

 ‘Sebald’ın Ardından’ okuma fikrini fikir kadar mahrem bir bakış açısı ile bir bakma eylemine dönüştüren yönetmen Grant Gee tarafından beyaz perdeye aktarılmış nefes kesen bir yapıt.



Okuyanını derinden etkileyen W.G. Sebald’ın 3. Kitabı ‘Satürn’ün Halkaları’ (The Rings of Saturn) iki kelimeyle ‘Çarpıcı’ ve ‘Şaşılası’ olarak yorumlanabilir. ‘Sabır  (Sebald’in Ardından) filminde, Sebald’in kitabının anahtar kelimeleri farklı alanlardan Sebald’ın hayranları olarak, Andrew Motion, Adam Phillips ve Tacita Dean gibi günümüz çağdaş sanatçıları tarafından, hayranlarının yazarı algılama biçimi ile bir yolculuk, görsel bir izdüşüm halinde ufkumuza yeni bir halka ekliyor. Renkli ve siyah beyaz görüntülerin takip ettiği film,  genç yaşına rağmen bir trafik kazasındaki ölümü, kitabındaki sıradışı yolculuğun halkaların etrafında bir yol kenarında sona ermesiyle bitiyor.  Suffolk’un tabiatında başlayan ve  dünya üzerinde birçok noktaya yapılan birçok sıradışı yürüyüş ve bu yürüyüşün detaylarıyla şekillenen belge-anlatı tadında kitap, vatanından, dilinden, ve adından koparılan bir öksüzün bir parçaya, bir toprağa ait olma-olamama , ait hissetme-hissedememe duygularıyla harmanlanan ‘Satürn’ün Halkaları’, yönetmeni Grant Gee tarafından izleyicisinide tıpkı Sebald okuyucuları gibi toplumun belleği olmaya davet ediyor. 



‘Sabır  (Sebald’in Ardından)’ filmi British Council işbirliğinde 2011 New York, Vancouver, CPH:DOX, Rotterdam gibi festivallerin ardından !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali ile sinemaseverle buluştu. Metinsel hazzın peşinde  koşan bir yolculuk olan ‘Sabır  (Sebald’in Ardından)’ filmini izleyicisiyle buluşturan, 70.000 kişilik izleyici kitlesiyle kültür sanat camiasının yakından takip ettiği, dünyanın her yanından farklı bakışlarını sinemaseverlerle buluşturan !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivaline teşekkürü borç biliriz. Geçmişin izlerini süpüren Sebald’a eşlik eden izleyici, toprak, aitlik gibi yazarın algılama biçimleriyle insan elinin değdiği yıkımlara ve yokluşlara bir dokunuş, doğanın ve kültürün neden olduğu yıkımların tarihteki etkilerine bir bakış atarken,  tanık olan geçmişin gerçek ile yaşantının metin aralarıyla harmanlanmış bir yolculuğun fitilini de kendi içinde  ateşlemiş oluyor.