26 Temmuz 2010 Pazartesi

TED, Paylaşmaya Değer Fikirler



      Tutsak olduğum fikirlerden azad edeceklerime kadar hepsini aydınlatmak, bilinir kılmak istiyorum. Dünyamı değiştirebilecek, dünyamı zenginleştirebilecek gelenekleri yıkan yenilikçi, insanlara ihtiyacım var, ihtiyacımız var.


     TED, imdadınıza yetişip farklı alanlara ait önemli düşünce biçimlerini keşfedip kendi yaşamınıza ve iş hayatınıza uyarlayabileceğiniz bir merkez.  Teknoloji, tasarım ve eğlence konularını harmanlayarak sonsuz  bilginin olağanüstü bir kısmından bir lokma da izleyicisine sunuyor cürretkarca. Konuşmacıların bazıları dünyanın önde gelen şirketlerinde yönetici ya da bu şirketlerin en beğenilen ürünlerinin tasarımcısı veya dünyayı değiştiren ürünleri ortaya koyarak çığır açan araçlar yaratanlar...1984’te kâr amacı güden bir kurum olarak kurulan TED, 2001’de daha iyi bir dünya yaratmak amacıyla fikirleri güçlendirmeye çalışan Chris Anderson’un özel vakfına satıldı. O tarihten bu yana TED, içeriğini online olarak ücretsiz kullanıma sunmaktadır. 


    Dehlizlerimizde gün ışığı görmeyi bekleyen sayısız sorulardan bazıları TED' de izlediğim 18 dakikalık konuşmalar ile aydınlanmak için gün yüzüne çıktı. George Whitesides yaptığı konuşmada dedi ki; Basitliğin bir diğer sınıfı vardır. İşleyişte basit, ama  yapılışlarıyla o kadar basit olmayan basitlik, basitlik midir? Basitliği gördüğümüzde tanıyabiliriz...Soru sorduğumuz da tek sorunun içinde  aslında bir çok farklı anlamlar barındıran aynı kelimeler ile bir çok sorunun olması...Basitlik, tahmin edilebilir ve ucuz olmalıdır.İşlevi olmalıdır(Yüksek performans, düşük maliyet). Hizmet potansiyeli olmalı, en önemlisi de istiflenebilmeli!


   Sonrasında konuşmasını önemli iki isim ile kapattı: Einsetien ve Saint Exupery.


  "Her şey mümkün olduğunca basit yapılmalıdır ama daha basit değil"


  "Tasarımda mükemmele ulaştığınızda, ekleyecek bir şey olmadığında değil, çıkarılacak bir şey olmadığında anlarsınız."




  Adını hatırlayamadığım bir diğer konuşmacı da Çizgisellik fikri'nden bahsetti konuşmasında. Ruhlarımızı beslemekten bahsetti ve ekledi: Bir yerden başlarsın, bir yolu takip edersin. Doğru yolu takip edersen hayatını iyi bir yola oturtursun ama hayat çizgisel değil, organiktir...Simbiyotik olarak yeteneğimizi ortaya çıkaran olay ve durumlara göre oluştururuz. Bence dünya üstünde ne kadar yetenekli insan var değil de kaç çeşit yeteneğe sahip insan var diye sormalıyız.


  Sordum ben de kendime tüm bu aydınlatıcı fikirlerden sonra azad edilirsem, ötelenir miyim? diye. Bütün bilgilerin bir birine bağlı olduğu bir yerde cevap vermek için acele etmemek gerekir diye düşünüyorum. TED' e biraz daha göz atmalı, biraz daha paylaşmalı, anlatmalı ve dinlemeliyiz. TED, Hayatımızda Bir Geri Al, Tuşu,olmalı mı?Bence olmalı...

17 Temmuz 2010 Cumartesi

“Hüseyin Çağlayan: 1994-2010” / İstanbul Modern





Bir dünyanın içinde var olan ve diğer hayatlara bağlanan öngörüye sahip seçkin isimlerden biri onunkisi. Onun bu yaratıcı yaklaşımı ve öngörüsü, kucaklar dolusu hikaye ve kahramanları ile hep sahnede, spot ışıkları altında olmaya gönüllü sanki. 



Çağdaş sanatın en önemli temsilcisi diye çağrılıyor Hüseyin Çağlayan. Mimari, felsefe, bilim, tarih, antropoloji, biyoloji ve teknolojiden esinlenen Çağlayan`ın genetik, teknolojik ilerleme, yer değiştirme, göçmenlik ve kültürel kimlik gibi konulara bakışı son 16 yılda ürettiği çalışmaların bir seçkisi `Hüseyin Çağlayan: 1994-2010` başlıklı sergiyle İstanbul Modern' de görülebilecek. 


Türkiye’deki en kapsamlı sergisi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti programı kapsamında İstanbul Modern' de Hüseyin Çağlayan, İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri Yılmaz Kurt ve İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İHKİB) Yönetim Kurulu Başkanı Hikmet Tanrıverdi birer konuşma yaparak açıldı. Daha önce Londra Tasarım Müzesi ve Tokyo Çağdaş Sanat Müzesi`nde sergilenen, küratörlüğünü Donna Loveday`in yaptığı sergide Hüseyin Çağlayan’ın 1994 ile 2010 yılları arasında ürettiği moda koleksiyonları, enstalasyonları ve filmleri kişisel ve kültürel kimliği ile sanatseverleri doyurmayı başarıyor.



Bir seçkisi niteliğini taşıyan “Hüseyin Çağlayan: 1994-2010” başlıklı sergi ile Hüseyin Çağlayan'ın kırılma noktaları15 Temmuz-24 Ekim tarihleri arasında İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri’nin (İTKİB) organizasyonu ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın katkılarıyla, İstanbul Fashion Week 2010İstanbul Moda Akademisi(IMA), İstanbul Modern ile Londra Tasarım Müzesi işbirliğiyle sanatseverlerin beğenisine sunuluyor.

2 Temmuz 2010 Cuma

Elif ŞAFAK ile Edebeiyat Üzerine / Univers15



  Elif Şafak ile edebiyat üzerine








Türk edebiyatında hep çok tartışılan, eleştirilen ve okunan isimlerden biri oldu Elif Şafak. Çok karakterli romanları, çok yönlü bakış açıları ve farklı temaları ile Türk edebiyatında silinmez bir iz bırakan Elif Şafak’ın işte içtenlikle cevapladığı sorular.




ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunusunuz. Yüksek lisansınızı aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde yaptınız ve ODTÜ Siyaset Bilimi bölümünde “Türk Modernleşmesinin Kadın Prototipleri ve Marjinaliteye Tahammül Sınırları” üzerine doktoranızı tamamladınız. İslamiyet, kadın ve mistisizm hakkındaki “Bektaşi ve Mevlevi düşüncesinde kadınsılık-döngüsellik” adlı yüksek lisans teziniz, ilk öykü kitabınız “Kem Gözlere Anadolu” ve ilk romanınız “Pinhan”ı ve saymakla bitmeyen diğer başarılarınız...Tüm bunlar okuyucularınıza yansıyanlar aslında. Siz kendi içinizdeki Elif Şafak’tan biraz bahsedebilir misiniz?


Elif Şafak: Kendi içimdeki Elif değil de Elifler demeyi tercih ederim galiba. Bence insan zaten çok başlı, çok sesli bir varlık. Hepimizin içinde çelişkili sesler var. Ben kendi içimdeki seslerden en çok Siyah Süt’te bahsettim aslında. Orada içimdeki altı ayrı kadını, yarı mizah yarı ironi yüklü bir dille ifşa ettim. Benim için özel bir kitaptır Siyah Süt. Tek otobiyografik eserim. Onun dışında yazdığım her kitap hep hayal ürünüdür. Ama Siyah Süt’te kendimden yola çıkarak yazdım.




“Önce yüzlerini unuturuz sevdiklerimizin. En çok yüzümüzün unutulmasından endişe ettiğimiz halde” (Med-Cezir, s.163) diyorsunuz bir kitabınızda. Unutulmak sizce romanlarınızdaki kahramanların biraz gerisinde kalmak mıdır sizin için, yoksa kahramanlarınızı kendi analitiğinize oturtup içinde saklanacağınız ama sizden de parçalar taşıyan kendi kahramanlarımızı yaratmakta mıdır?


Unutmak, hafızanın bahar temizliğidir. Nasıl ki her bahar bir büyük temizlik yapıyorsak evlerimizde, hayatımızda da öyle dönüm noktaları oluyor ki hafızada temizlik yapıp, unutuyoruz. Bunun belli bir dengesi var. O dengeyi bozmamak kaydıyla gerekli, anlaşılır bir şey.




1971 yılında Strazburg’da doğmuş biri olarak Türkçe’nin iyi kullanılabileneceğini, akıcı bir dil ile anlatılmak isteneni kelime oyunları içinde okuyucuya yaşatıyorsunuz adeta. Bir Türk yazar olarak siz Türkiye’de edebiyatı nerede görüyorsunuz?


Bizde romancılıkta dil şiire kıyasla ihmal edilmiştir. Romanda hep ne anlattığınız önemsenir. Nasıl anlattığınız değil. Ben ise ne anlattığım kadar nasıl anlattığımı da önemsiyorum. Türkiye’de son derece zengin bir edebi birikim olduğunu ve gayet samimi ve güzel bir edebiyat okuru olduğunu düşünüyorum. Okura derin inancım var.




Cinsel kimliklerimiz bizi kadın ve erkek yapan birer kod gibi. Bir romancı olarak Türkiye’nin yarası haline gelen kadın sorunsalını siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce iyi bir edebiyatçı olmak kadın ve erkek kimliklerin ötesine geçip, ipi doğru yerinden düğümlemek gibi edebiyatı da bu sorunsala bağlamayı mı gerektirir?


Kadın meselesi benim çok önem verdiğim bir konu. Ben de tek başına dul bir anne tarafından büyütüldüm. Bu konuya duyarlılıklarım erken gelişti. Ataerkil tek seferde analiz edilebilecek bir sistem değil, daha karmaşık. Ataerkil bir toplumda, bedeniyle değil de beyniyle var olmaya çalışan bir kadın kendini hep “ciddi” görünmek mecburiyetinde hissediyor. Kadın yazarların benzer çelişkilerle ömürlerinin bir döneminde yüzleştiğini düşünüyorum. Bunlar, yazıya dökülmesi çok kolay şeyler değil. Bir de tabii yazı dünyası, çok erkeksi bir dünya. Onun içinde olan kadınlar bir takım stratejiler geliştiriyorlar… “Kadınca meseleler” sanki o entelektüel dünyaya çok da yakışır konular değilmiş gibi. Böyle bir ön yargı olduğunu düşünüyorum.




Son romanınız “Aşk” hem aşkın taşkınlığını hem de ruhun dinginliğini yansıtan bir roman. Aşk’ ı yazma sürecinizden bahsedebilir misiniz?


Benim tasavvufuma ilgim bundan on beş sene evvel başladı. O günden bu güne, kendimce adım adım mevsimlerden geçtim. Hem Hazreti Mevlana’ya hem Tebriz’in Güneşi Şems’e derin hürmetim var. Mevlana görece daha iyi biliniyor ama Şems pek bilinmiyor. Halbuki o muazzam bir cevher. Onu anlamadan Mevlana’yı anlamak mümkün mü? Et ile tırnak gibiler. Ama bir o kadar da farklılar aslında. Ben o ilahi bağı anlatmak istedim. Kitapevi sahiplerinden işitiyorum. Aşk’ı okuduktan sonra Mesneviyi okumak isteyenler artmış. Bir de “Şems hakkında başka kitap var mı?” diye soranlar çok oluyormuş. Bunlar beni mutlu ediyor.




Mevlana ve Tebrizli Şems’in hikâyesi birçok kez farklı biçimlerde yorumlandı. Siz ortaya koyduğunuz kendi yorumunuzu diğerleriyle karşılaştıracak olursanız sizin yorumunuz buhikâyenin hangi noktalarına odaklanmıştır?


Benim yorumum “aşk”a odaklandı. Çıkış noktam da aşk idi, varış noktam da. Ve bence aslında hepimiz aşka özlem duyuyoruz. Yüreğimizin derininde bir yerde hepimiz aslında bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz. Romanda Şems diyor ki: Her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Ömrü hayatımız tamamlanmaya çalışmakla geçiyor. Bizi tamamlayacak, bütünleyecek tek bir şey var. O da aşk!
Birden fazla dil ve birden fazla kültür size yakışan bir zincir gibi adeta. Sufizm felsefesi sizi ve yaşamınızı nasıl yönlendirdi?
Sufizm benim için entelektüel bir ilgi değil. Belki seneler evvel öyleydi. Ama zamanla akıldan kalbe indi. Bu konuda konuşmakta zorlanıyorum. Ama yazarken kalemime şekil veriyor, onu biliyorum.




Tarihin belleğini; maziye gömülen sırları sakladığınız bir yer gibi İstanbul. İstanbul’ a romanlarınızın başkahramanlarını kıskandıracak derecede bağlı olan tutkunuz nereden geliyor?


Elbette tasavvuf kadar, onca göçebeliğin bende ve hayatımda izi büyük. İstanbul’a çok aşığım. Ama aynı zamanda başka şehirlerden beslendim. Bilhassa yolculuklardan beslendim. Sırf yollarda olma hali bile bana çok şey kattı. Aslında çoğu romanıma bir şehirde başlayıp başka şehirde tamamlamışımdır.




Uçurtmalar” adlı şiirinizin Teoman’ın çıkan “İnsanlık Halleri” adlı son albümünde yer alması sizin müzik alanında da şarkı sözü yazarı olarak bir yola baş koyduğunuzu gösterir diyebilir miyiz?


Şarkı sözü yazarlığı bana anneliğin getirdiği bir armağan oldu. Çocuklar uyurken, oynarken kısıtlı zamanlarda roman yazamazsınız. Ben de elimde kalem kağıt dolaşırken karalıyorum, tasarlıyorum şarkı sözlerini. Edebiyat ile başka sanat dallarının kesişim noktalarını önemsiyorum. Güzel şeyler üretebildiğim müddetçe şarkı sözü yazmak isterim elbette.


Univers15