5 Ağustos 2011 Cuma

Klasik Keyfiler / Argos in Cappadocia



Zaman zaman ruh sızıntıya uğrar çatlağından, susadıkça daha da büyür o sızıntı. Saç tellerimize dokunur hayat, ürpertir, ürperir kabuğumuz. Sonra biraz sessizleşir odaları evimizin, bekler kulaklarımız o müziği...

Alışılmışın dışında gelir sesler, alışılmışın dışında mekanlarla. Keşişler ve rahipler bilemez 1500 yıl öncesinden, İpek yolu üzerinde deve kervanlarının konakladığı, Kapadokya' nın kalbi beziryağı üretilen Bezirhane'nin muhteşem akustiği ile Klasik Keyifler' e konuk olacağını. 

Büyüleyici, iki dev kubbeli bu yapının olağanüstü akustiğiyle buluşan ve mest olan müzik severler 12 Temmuz Salı akşamı müzik yaşamına 1984 yılında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda başlayan, 1997 yılında asistanlık bursu ile ABD Louisiana Eyalet üniversitesi'nde Yüksek Lisans derecesini, 2003 yılında da yine asistanlık bursu ile ABD Florida Eyalet Üniversitesi' nde Müzik Doktorasını tamalayan Ozan Tunca'yı "Özgür Çello" ile alkışladı.

"Devrimler ve Fanteziler" ile 19 Temmuz Salı akşamı Ellen Jewett ve Özcan Ulucan kemanları ile Özgür Aydın ve piyanosuna eşlik ettiler. Ardından 30 Temmuz Cumartesi akşamı La Mer Yaylı Dörtlüsü " Hayat Zor ve Zalim " dedi bizlere. 

Temmuz ve Ağustos ayları boyunca sızıntıda hayatlarımıza bir ton renk katan Oda Müziği , Keşişlerin ve Rahiplerin evi; sanatçılar için birer sığınak, müzikseverler için ruhlarının okşandığı, hangi yöne gitmeleri gerektiğini gösteren bir pusula niteliğinde Bezirhane' de Klasik Keyifler'e ev sahipliği yapıyor.

Çıkmazlarımıza virgülü koyan bu klasikler ve keyifler atmosferin dışından, dilsizlikten, sözsüzlükten tüm zenginliklere açılan bir kapı gibi Klasik Keyifler Oda Müziği Şenliği,  Argos in Cappadocia' da.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

DENGENİN NİZAMSIZLIĞI / Mimarlık ve Denge

Denge, muhteşem bir puzzle gibidir, sayıların anakarası, matematiğin nizamsızlığa bir selamıdır adeta ve denge bu muhteşemliği bağımlı öğeleri ile yaratır, sunar bizlere.

Mimarlıkta denge, simetrik ya da asimetrik olsun, tasarımcısı her zaman işaretleri mimarinin izdüşümü haline getirir ve kullanır bu dengeyi. Kimi zaman denge malzemenin formu ile çıkar karşımıza, kimi zaman ise malzeme mimarlığın dengesi haline gelir. Mesela cam yakın yüzyıllarda belirli boşlukları kapatan, ören bir malzeme iken; günümüzde camın mimarideki kullanım dili değişti, üstün mühendislik teknikleri ile de gelişti diyebiliriz.

Bir binayı düşündüğümüz zaman; binayı tasarlayan mimarı binayı inşa eden kapsamlı bir mühendis gibi düşünebiliriz. Uluslar arası üne sahip Santiago Calatrava Valls, bu anlamda aklımıza gelecek ilk isimlerdendir. Mimarlığının yanında inşaat mühendisi olan Calatrava, Kanada’nın Calgary kenti için tasarladığı Barış Köprüsü’ nde ( Peace Bridge ), tasarımın bütünlüğünü “hem işlevsel hem de güzel bir strüktür” olarak nitelediği, kullanıcıyı her türlü doğa şartlarından koruyacak olan üstü kapalı bu köprü, tasarımı ile doğanın içinde yaratılmış bir nizamsızlığa işaret niteliğinde. Tasarımcı,  bu muhteşem puzzle’ın içinde tasarımdaki dengeyi tasarım ile beraber çalışan doğa gibi, yapının çevresi ile ilişkisi gibi önemli kriterleri, bağımlı öğeleri adeta ikinci plana atmıştır.

Bow nehrinin yanı başında uzanan burgulu, kapalı çelik çerçeve ve köprüye giydirilen yüzeydeki beton kullanımı ile Barış Köprüsü, Calatrava’nın teknolojiyi tasarımın merkezine aldığı en uç örneği niteliğinde. Barış köprüsü, mimaride dengeyi sorgulatırken bizlere; en teknolojik olanın doğa ile uyumunu, teknolojinin doğa ile uyumunu da düşündürtmüş oluyor aynı zamanda.

Sorma gereği doğuyor: Karakterli bir tasarım, muhteşem bir puzzle olan doğanın hangi parçası olmalı?

24 Nisan 2011 Pazar

Murathan Mungan / Öteki Dünyalar


Kendi ezberini bozmayı sever Murathan Mungan tıpkı son kitabında yaptığı gibi. Doğru anlaşılmış olarak okuru ile buluştuğuna sevinçli, ayağının tozu ile 16. İzmir Kitap fuarinda gerçekleşen  ‘Öteki Dünyalar’ adlı söyleşisinde edebiyattaki temel meselesini ve daha birçok konuyu konuştu Mungan okurları ile.

Adı Yerküre olan bir gezegenden, en büyük karaparçası sayılan anakaradan aldı okurunu Mungan, hayatı, tabiatı, varoluşu şiir ile anlatan diline götürdü. Kendi hayat işaretlerinden bahsetti, ‘İşaret izdüşümdür.’diye de eklemeden geçmedi. O kadar içtendi ki konuşması, hayatı güzelleştiren şeyin sadece süprizler olduğunun altını çizdi ve ekledi: Temel meselem teknisyenlik ve şamanistik yanımı birleştirmek. Doğu ve Batı yokmuş gibi yapamam. Eğer böyle bir yanınız yok ise; bu tür bir yazın çıkamaz ortaya.’

Sait Faik Abasıyanık’tan sohbet açan Mungan yazarlık mesleğini tanımlayıverdi okuruna:
‘Sait Faik’e polisler sormuş:Mesleğiniz nedir?, diye.
Cevap vermiş sait Faik: Yazar
Polisler bu cevabın üstüne sormuş:Yazarlık ne zaman meslek oldu?, diye.
Yazarlık bir meslek değildir, dedi Murathan Mungan bu kısa öykünün ardından. Yazarlık öğretilemez çünkü, diye de ekledi.

“Okur kendi yazarlık deneyimi ile bana gelir.Tıpkı ‘Şairin Romanı’ndaki gibi kitaplarımda metin içi şakalar ve göndermeler yaparım ve bu göndermeleri bilmeyen okurun tadının kaçmaması gerekir.Asıl mesele dil olan edebiyatta dil başka dillere aktarılamaz.Dili çeviremezsiniz.Ancak konuyu aktarabilirsiniz.Temel işiniz dil olmalı edebiyatta.Bir yazar olarak diliniz çok iyi olmalı.Türkiye’de hemen hemen her alanda herkes sahip oldukları için övülür.Halbuki ben bir yazarım, tabiî ki işim iyi yazmak olmalı, bu övünülecek bir şey olamaz. Kitap bir haz nesnesidir aynı zamanda.Ben eğer Halid Ziya Uşaklıgil’in kitabını bir daha okuma ihtiyacı hissediyorsam; kitabı bilmediğimden değil, onu tekrar okuma özlemimdendir. Bir kitabı gözlerimiz ile değil hayatımız ile okuruz. Soruyorum kendime “Peki ben gerçekten ne yapmak istiyorum okuyucu ile? . Ben okuyucuya bir iç güç kazandırma niyetindeyim. Başkalarına katlanma gücü kazandırmak… aynı takvim yapraklarını kopardığım insanlar benim yazdığım sayfalara dokunma ihtiyacı hissediyorsa devam etmeliyim yazmaya. Okuyucuyu ve kendimi kandırmalıyım yazdıklarım ile. Başkalarına katlanma gücünü böylelikle kazandırabilirim okuruma. Aşk mesela; aşk da bir aldanma sanatı değil midir! Yaşamın içinde katlanma-dayanma-aşma gücü veren şey aldığımız yoldur aynı zamanda. Her yol bir gün biter ve biz bazı duyguları sonradan öğreniriz. Mesela merhameti sonradan öğreniriz. Çocuklar zalimdir. Mesela “Paranın Cinleri” çocukluğumun kitabıdır. Benim başkalarını kandırma aslında kendimi kandırma biçimimdir ve bizi biz yapan red edişlerimizdir, kabul edişlerimiz değil.70’li yıllarda edebiyat ve sanat siyaset ile biçimleniyordu. Şimdi başka bir çağ başladı. Edebiyat kendi edebiyat meselesi ile ilgileniyor. Edebiyatın zamanı 19. Yüzyılın ritmi ile başlıyor. Benim için ne kadar okur var ise o kadar kitap vardır. Ben din ile yazarım ve inanırım ki dinler tasavvuf ile başlar.Mesela 20’li yaşlarımda Oktay Rıfat’ı pek zevk vermezdi bana. Rıfat’ı anlayabilmek için 30’lu yaşlarımı bekledim. “ Şairin Romanı” bir büyüme kitabı ve ben büyümeyi okurlarımdan öğrenirim. Eleştiriden hoşlanmam mesela ama ondan yararlanırım. Eleştiri yaralanmak içinidir.Edebiyat ile geçinmemde bana en çok ourum yardım etti ve bu yüzden en çok okurumdan korkarım ben ve ben aferin budalası bir çocuktum. Bana çok çalışkansınız, derler ama sizler de çok tembelsiniz. Bana göre üretkenlik ile çalışkanlık arasında bir kalite köprüsü vardır.”

Son kitabı “Şairin Romanı” ‘nda Mungan, bir sözcüğü ve onun yan anlamlarını çıkararak kendi ezberini bozmayı bir kez daha başardı.Kitaptan çıkarılan o sözcüğü bir yerde kullanan Mungan, kitabının çıkmasından birkaç gün sonra bir imza gününde bir okuru tarafından bu bahsi geçen sözcüğün bulunmasını bir çocuk sevinci ile anlattı “Öteki Dünyalar” söyelişisinde ve ekledi:

“Bir okur bana geldi ve ekledi Bu o sözcük müdür?, diye. Bulmuştu.Ben de kitabını o sözcük ile imzaladım. Umarım bir gün kapınız bana çıkar.”

25 Mart 2011 Cuma

“Yoğurtistan:Web’de 3 Boyutlu Bir Yaşam“


21. yüzyılın devrimi teknoloji  hayatımızın her anına bu kadar hakim iken, teknoloji ile birleşen her dinamik de kendi içinde bir evrime giriyor diyebiliriz. Teknoloji sayesinde oyuncak gibi banyolardan, teknoloji ile beslenen heykellere kadar her alanda yenilik yaratmak mümkün. Cemil Türün ise bahsi geçen teknolojiyi yaratıcı bir ruhla yorumlamayı başarmış ender isimlerden biri.

Bilginin hayati önem taşıdığı günümüz çağında bir örnek olarak, içinde bulunduğu sektöre konuk oyuncu olmak yerine, ”katılımcı” olmayı tercih eden Yoğurt Bilgi Teknolojileri’nin kurucusu ve genel müdürü Cemil Türün, “Yoğurtistan: Web’de 3 Boyutlu Bir Yaşam“ konu başlıklı sunumu ile İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı ve Görsel İletişim Tasarımı öğrencileri ile buluştu.“Yoğurtistan: Web’de 3 Boyutlu Bir Yaşam“ konu başlıklı sunumundan önce Türün ile 1967 yılında üretilen ilk araba olma özelliğine sahip Anadol’un Türkiye’deki üretimi ve ilk defa yerli motor üretilmesine Anadol deneyiminin katkısı gibi pek çok konu üstüne keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Öncelikle kendisine yönelttiğimiz Siz kendinizi ülkenizde "Anadol deneyimi" diye bilinen yerli otomobil üretme macerasının bir benzerini yaşıyor gibi görüyorsunuz. Peki bu bağdaştırmayı oyunun mutfağında olan biri olarak anlatabilir misiniz?” sorusuna “Bir ülkenin kalkınmasında bazı sanayi dalları önemli birer kilit durumunda oluyor. Otomotiv bu kilitlerden belki de en önemlisi. Otomobil endüstrisi kendisinin yanında demir çelik endüstrisini de geliştiriyor ve bir sürü başka yan dalı buna tasarım da dahil olmak üzere ileri seviyeye götürüyor” yanıtını veren Türün ekliyor;

 “Anadol gerçekten yerli bir otomobil yapalım diye çıkılan bir sürece sahip ve bu sürecin sonunda Koç ailesi ne yazık ki yerli araba üretiminden vazgeçiyor. Yerli otomobil yapmaya devam etmek yerine Ford Taunus ithal ediliyor. Bu arada mesela Anadol'un bir yan ürünü olarak tekne yapımında kullanılan fiber maddesinin işlenmesi know-how'ı Türkiye’de kalıyor ve Anadol'da çalışıp da bu üretimi öğrenmiş kişiler şu anda fiber hücumbot ve hızlı tekne üretiyorlar.

Bunun yanında birçok yan sanayi de üretilmeden kaybedilmiş durumda. Bunlardan birisi de motor, otomobilin bir parçası belki. Lafın kısası; Türkiye maalesef motor üretimi yapamayan bir ülke. Bu ciddi bir eksiklik. Biz yerli bir bilgisayar oyunu yapmaya kalktığımızda da durum Anadol deneyimini andırıyordu. Bilgisayar oyunları 90’lı yıllardan sonra gerek ciro gerek yapımında ihtiyaç duyulan bilgi birikimi (know-how) açısından otomobil kadar önemli bir sanayi dalı haline geldi. Biz bunun bilincindeydik ve 2005 yılında Pusu adlı ilk oyunumuzu üretirken oyunun motorunu bu bilinç ile kendimiz yaptık. Bugün oyun sanayiinde bir iddia ortaya koyabiliyorsak, bu Pusu'da yerli motor kullanmamızdandır.”

Türkiye’deki kısır ve yetersiz oyun sektörüne orijinal örnekler gösterebilmek amacıyla Pusu oyununu ile sektöre giriş yapan Türün’e gerçekleştirmek istediği bir düşten yola çıkarak Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanını soruyoruz. 

“Kırmızının dile getirilip görselleştirilmesi fikrini görselliği ile de farklılaşabileceğine inandığım bir roman “Benim Adım Kırmızı”. Bir romanın oyun haline getirilmesi fikri, filmleştirilmesi fikrine ağır basar çünkü roman farklı bir dünya sunar okuyucusuna ve bu dünya her okuyucu için değişir. Bilgisayar oyununda da oyuncunun aynı olay dizisini bir ölünün gözünden oynayabilecekleri fikri beni bu kitabı oyunlaştırma isteğine yöneltti diyebilirim” diyen Türün,  yatırımlarını genç beyinlere yapmanın sonuç açısından daha iyi ürünler vereceğine inandığını dile getiriyor.

“ Second Life” adlı oyun ile interaktif bir ağ olan Facebook arasında bir konuma sahip olan Yoğurtistan adlı sanal dünya projesinin kurucusu Türün, bugünlerde tamamen bu projenin heyecanı içinde diyebiliriz. Genel hatları ile projeden bahseden Türün, 3. boyutun bu proje için büyük önem taşıdığını dile getiriyor. Dijital içeriğin önemine değinenTürün, bu uygulamada yazılı dökümanlar, filmler, diziler, 3 boyutlu sanal mekanların olacağının yanı sıra bir şeyin daha altını çiziyor ve ekliyor;

“Para, dijital bir içeriktir, çünkü yapılan işlemin hiçbir nesnel karşılığı yok. Oysa ki para gündelik hayatta böyle algılanmıyor. Mesela telefonda yapılan bir görüşme de bahsettiğim dijital içerik olan parayı işin içine sokuyor: Kontör denilen şey de bir dijital paraydı, dijital içerikti.
Çok radikal bir olay var karşımızda, çünkü örneğin oyun, film, müzik söz konusu olunca ortada üretilen bir eser var. Şarkı, hiçbir fiziki forma girmeden, nesneleşmeden dinleyicisine ulaşıyor. Hiç nesne yüzü görmüyor, kasede ya da CD'ye kaydedilmeden kulağınıza ulaşıyor. Karşılığı da "sanal para" olarak yani mesela Facebook Credits denilen para ile ödenecek. Sanatçı, bu sayede kaset, CD gibi bir ortam kullanmadan eserini sizlerle paylaşabilecek ve karşılığını alabilecek. İlginçtir, Türkiye’de sanal paranın 12 yıldır çalışan bir kanunu var. Markalar, 3 boyutlu dükkan ile sanal ortamda ürünlerini satmak istiyor. Sinemalar biletlerini 3 boyutlu ortamdan satmaya hazırlar.”

“Büyük markalar  geliştirdiğimiz 3 boyutlu uygulama için bunu ilk elden reklam veya promosyon olarak algılarken, küçük yatırımcılar bu uygulamaya yatırım gözü ile bakıyor” diyen Türün; yerli üretim oyun motoru kullanma fikrinin uzun vadede getirileri olduğuna inandığını sözlerine ekliyor.

Tasarımın yaratıcılık ile bütünleştiği, günümüz insanını kuşatan teknolojiyi farklı disiplinler ile buluşturan Türün, Türkiye’de 12 yıldır sanal paranın çalışan bir kanunu var, diyerek tasarlanan ürünün kendini ortaya koyabilmesi için seri üretimin fikri haklarından sonuna kadar yararlanmanın önemine işaret ediyor. Tüketim insanının teknoloji ile kurduğu duygusal bağdan yola çıkarak kurumsal kimliklere kendilerini 3 boyutlu bir ortamda gösterebilme şansı sunan Türün, teknolojiyi yaratıcı fikirleri ile yorumluyor, iğne ile kuyu kazar gibi lansmanını yapmaya hazırlandığı  yeni projesi ile Web’de 3 Boyutlu Bir Yaşam’ın kapılarını bizlere açmaya hazırlanıyor.

                                                                                  
Photos by Aylin Karaman

25 Ocak 2011 Salı

SANMAK VE SUNMAK

Git ve kullan o övgüyü,  gerçek bilgelik dediğimiz deli bozması övgüyü.Sunmak ve sanmak arasındaki o ince çizgiye yat, uzan boylu boyunca yatayda ve girsin ufkuna  kendi kendine sunulmuş övgüler.

Sanmak fikrini konuşturmak, övgünün egemen olduğu savaşta ya da barışta, söz de ya da çizgide sunuşun içimizi dağlaması ile olgunlaşır.İnsan gözünün görebildiği; onu görünür kılabildiğimiz ölçüde vardır.Optik kusurlarımız, görüntüyü görünür kılabilme kimyamız ile gelişme gösterir ki;karanlık bir kutu gibi inşa etmek yaşamımızın mimarisini, fotoğrafçılığın kendine özgü ışıkla yazma fikrine ters düşmektedir.  Sandığımız kendi ellerimiz ile inşa ettiğimiz hayatın bir ışıklı levha olduğu fikri kabul edilebilir değildir. Mimarinin resmedilişi de böyledir,bir ayna resminin tersi görüntüsü.

Bir insana ait ilk fotoğraf; Louis Daguerre, 1839 yılının başlarında basmıştır parmağını deklanşöre.Sakince verilmiş bir karar gibi kalabalık bir sokağın canlı resmi, fotoğrafın çekim süresi olan 10 dakikaya yetişememiş;trafiğin akışı fotoğrafta yazılabilmek için fazla hızlı kalmıştır.Ayakkabısını fotoğrafta görünecek kadar cilalatan bir gölge fotoğraftaki tek istisnadır. Tıpkı insana ait ilk fotoğraf gibi, insanoğlunun mimariyi resmetme isteği de ayakkabısını cilalatan bir gölgeden ileri gidemez.Mimari fotoğrafçılıkta da, Erasmus’un “Deliliğe Övgü” adlı kitabında da “Nasılsa deliye her şeyi konuşmak serbest” dediği gibi, olmayanı varmış gibi gösterme çabası, Deli’nin her şeyi konuşma özgürlüğüne benzer.Tüm resim boyunca konuşur övgü, sunuş ile sanarız var olmayanı.